Tarihin en kadim sorularından biridir: Kimin tarafındasın?Bu soru, ilk bakışta sıradan bir aidiyet sorgusu gibi görünür. Oysa bir insanın nerede durduğunu, kimden yana konuştuğunu değil, neye sadık kaldığını ölçen ontolojik bir terazidir aslında. Çünkü bir hakikate sadakat, ancak kimliklerin, ideolojilerin ve grup çıkarlarının ötesinde mümkün. Aksi takdirde hukuk yalnızca bir mahallenin silahına, vicdan ise kolektif öfkenin dekoruna dönüşür.
Günümüzün şiarı, terazinin dengesini bozdu. Gözleri bağlı adalet heykeli artık ya bir sloganın süsü ya da kolektif öfkenin törensel figürü. Artık adil olmak, kendi cephesinden birini feda edebilmek değil; karşı tarafı daha sert cezalandırmak demek. Bu yüzden hakikat, çoğu zaman tribünlerin alkışına feda ediliyor; vicdan ise yalnızca kalabalığın hoşuna gittiği ölçüde hatırlanıyor.
Bu çarpılmanın en sarsıcı biçiminin, bir dönem adaletin vicdanını temsil ettiğini iddia eden İslamcı gelenek içinde ortaya çıkması da manidar. Vaktiyle en ağır adaletsizliklere maruz kalmış ve hakikatin kıymetini en iyi bilen kesimlerden beslenen bu yapı, bugün o hakikati siyasal bir menfaat aracına dönüştürmüş durumda. Adalet artık sabit bir ilke değil, gidişata göre şekillenen bir tutum. Vicdan ise değerlerin sesi olmaktan çıkmış, politik faydaya ayarlı bir refleks hâline gelmiş vaziyette.
Kamu vicdanı, yalnızca toplumsal düzenin değil, bireysel imanın da sınavıdır. Kur’an, şahadeti yalnızca mahkemelerde verilen bir beyan olarak değil, hakikate şahitlik etmeyi hayatın merkezine yerleştirir. “Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe itmesin” diye uyarırken, hakikatin ölçüsünü ne sevgide ne düşmanlıkta arar. Bu yüzden, iman ettiğini söyleyen birinin, zulme maruz kalanın kimliğini değil, maruz kaldığı zulmü öncelemesi gerekir. Çünkü hakikate sadakat, sadık olduğunu iddia ettiğin Rabbe sadakatin bir yansımasıdır.
Tüm ülke açık bir haksızlık karşısında vicdani bir refleks gösterirken, muhafazakâr çevrede sözü oldukça dinlenen, kabul edilen kimi figürlerin hâlâ “saf adalet” arayışını bir zaaf, “empatiyi” bir zihin bulanıklığı, “özeleştiriyi” neredeyse bir ihanet gibi sunmaları, bu çürümüş düzenin en incelikli savunusudur.
Dışarıyı mutlak düşman ilan ederek içerideki her eleştiriyi susturmaya yönelen bu dil, artık hakikatin değil, korkularla inşa edilmiş bir tahakkümün tercümanıdır.
Düşmanı hep dışarıda, kötülüğü hep ötekinde arayan bu zihniyet, kendi iktidar alanını tartışılmaz kılmak için adaleti gözden çıkarmaktan çekinmez. Ha, taraf tutmakla suçladıkları da biz değiliz; hakikatin üzerini örtenler. Bu sadece bir siyasi tutum değil, inancın özüne sinmiş bir deformasyon, vicdanı susturan bir inşa biçimidir.
Çünkü adalet, inanç sahibinin elinde ayrımsız bir terazidir; yalnızca yoldaş için değil, karşısındakine de hakkı teslim etme mesuliyetidir. Eğer hak, sadece kimliğin sınırları içinde aranıyorsa, orada tevhit değil, kabilecilik konuşuyordur.
Ben Müslümanım. Bu kimliği bir aidiyet göstergesi olarak değil, hakikatin yüklediği ağır bir sorumluluk olarak taşıyorum. Adalet benim için politik bir tercih değil, inancın ontolojik bir uzantısıdır. Yanlış kimden gelirse gelsin karşısında durmaya çalışırım. Zalimle aynı safta yürümem, mazlumun kimliğine bakmadan yanında olmayı, varoluşsal bir ilke kabul ederim. Çünkü bize bu öğretildi. Çünkü Kur’an böyle emrediyor.
Ama ne zaman ki kendi mahallemden bir çürümeyi dile getirsem, ilk tepkiyi dışarıdan değil, içeriden alıyorum. En sert itirazı, aynı kıbleye yöneldiğim, aynı duaya “âmin” dediğim insanlardan işitiyorum. Sanki adaletsizlik karşısında susmak sadakatin şartıymış gibi; sanki hakikati söylemek, belleklere kazınmış düşmanlara hizmet etmekmiş gibi. Sanki Müslüman olmak, sadece kendi mahallesini temize çıkarmakla sınırlıymış gibi.
Bugün “fitne çıkarma” bahanesiyle susturulan her cümle, aslında adaletin üzerini örten yeni bir sis perdesidir. Bu perdenin ardına saklanan İslamcı zihinler, artık yalnızca siyasi bir kırılmayı değil, inanç düzeyinde bir çözülmeyi de ele verir hâle gelmiştir. Zira bu din susmayı değil, şahitlik etmeyi emreder.
Davanın menfaatine değil ruhuna, iktidarına değil ilkesine sahip çıkmanın dayanılmaz hafifliği…
İşte bu yüzden eğilmem. Kendi yanlışlarımızı konuşmaktan, sorgulamaktan, gerekiyorsa teşhir etmekten geri durmam. Çünkü eğer adalet bizim elimizde eğiliyorsa, zalim yalnızca karşımızda değil, içimizdedir. Ve bu hakikati gizlemek değil, göstermek Müslümanca olandır.
Karşı tarafa çalıştığımı söyleyenlere ise tek bir şey hatırlatırım:
Hakikat, katılacağım bir kadro değil; yüzleşmekten kaçınmadığım bir yalnızlıktır.
Bugün de benzer bir yanılsamayla karşı karşıyayız. Mahalleler, cemaatler, partiler, hizipler... Herkes kendi gerçeğine sadık. Ama hakikatin, yalnız başına da bir değeri olduğuna inanan kaç kişi kaldı?
Bu yüzden adalet, giderek bir temsile dönüşüyor. Hukuk, hakikatin alanı olmaktan çıkıyor; mahkeme salonları çoğu zaman gerçeği arayan yerler değil, sonucu çoktan belirlenmiş senaryoların sahnesi gibi işliyor.
Ve bu durum yalnızca siyasal bir kriz değildir. Bu, aynı zamanda ahlaki bir çöküş, inanç düzeyinde derin bir savrulmadır. Çünkü kimliklerin mutlaklaştığı bir yerde, hakikat en kolay gözden çıkarılandır. Herkes kendi mahallesini koruma telaşında, ama bedel ödemesi gereken hep başkaları oluyor.
Ama Allah soracak:
“Sen adaletin mi tarafındaydın, yoksa kimliğinin mi?”
İşte asıl imtihan burada başlar.