Susturulan sesler, büyütülen figürler

Şule Demirtaş

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, yalnızca bir siyasi figürün özgürlüğüne yönelik bir müdahale değil; Türkiye’nin hukuk devleti olma iddiasının, demokrasinin ve kurumsal meşruiyetin çok katmanlı bir sınavla karşı karşıya olduğunu gösteren timsal bir vakıa. Bu kez yaşananlar ne ilk ne de tek, fark da şurada; bu defa gözler yalnızca içeride değil, dışarıda da keskin. Uluslararası kamuoyu, yalnızca olup biteni izlemiyor; ülkeyi demokrasi literatüründe hangi sayfada anacağını yeniden tartıyor. Zira Türkiye artık birçok gözlemci için yalnızca bir ülke değil, otoriterleşme ile hukuk devleti arasında gidip gelen bir “demokrasi stres testi” hâline gelmiş durumda.

Bu bağlamda, kararın hemen öncesinde İmamoğlu’nun üniversite diplomasının iptal edilmesi, iki ayrı kurumsal adımın aynı figür üzerinde birleştiği ve daha önce planlanmış gibi görünen bir müdahale tablosunu tamamlıyor. Böylece İmamoğlu yalnızca hukuki yollarla değil, sembolik düzeyde de siyasi yarıştan dışlanmak isteniyor hem ceza tehdidiyle hem de seçilme yeterliliğinden yoksun bırakılarak. Bu hamle adil bir rekabet alanı olması gereken seçim sürecinin, sınırları önceden çizilmiş siyasi bir düzenleme pratiğine dönüşmesi olarak düşünülmesine engel olamıyor.

Diğer yanda Türkiye’de “yargının refleksi, konuya ve kişiye göre değişiyor” algısı toplumda giderek daha fazla hissedilen bir durum haline gelmiş durumda. Hukuk kimi zaman, hızlı bir şekilde karar veren bir organ olarak gözüküyor; kimi zaman adaletin en açık örneklerine bile sırtını dönüyor gibi bir izlenim doğuyor. Bu kararsızlık hali değil artık; bu, bir düzenin parçası haline gelmiş bir durum. Adaletin bir gün herkese lazım olacağı öğüdü, artık yerini “kimseye yetmeyecek kadar az” duygusuna bırakıyor.

Bu kırılganlık hali yalnızca mahkeme duvarlarıyla sınırlı değil; gündelik hayata, sokaklara, hatta bireylerin sessizliklerine kadar yayılmış bir his hâline gelmiş vaziyette. İnsanlar yalnızca yargılanmakla kalmıyor; çoğu zaman yargılanma ihtimalinin varlığıyla yaşıyor. Konuşurken kelimelerini tartıyor, paylaşım yaparken ölçüp biçiyor. Çünkü kamusal alanda görünür olmak, artık yalnızca bir ifade özgürlüğü meselesi değil; kişinin nerede durduğunu, ne zaman konuştuğunu ve neyin parçası sayıldığını baştan tanımlayan bir varoluş mücadelesi hâline gelmiş durumda. Böylesi bir atmosferde adalet, kurumsal bir güven çerçevesinden çıkarak, bireysel algılarla şekillenen kırılgan bir hisse dönüşür; kimi için ulaşılması güç bir beklentiye, kimi içinse inancını diri tutmaya çalıştığı soyut bir değere.

Ani bir zamanlamayla İmamoğlu’nun tutuklanması, kendisini yerel yönetici olmaktan çıkarmayacak, sistemin karşısında şekillenen, devletin gölgesinde büyüyen bir figüre dönüştürecek. Bu durum, siyasetin rasyonel alanını duygularla örülmüş bir zemine kaydırırken, toplumsal bellekte yeni bir yüzü tarihsel kahramanlar galerisine yerleştirme potansiyeli taşıyor.

İktidarın stratejisi, kısa vadede bir engelleme girişimi gibi görünse de uzun vadede bu hamlenin bumerang etkisi doğurması işten bile değil. Bugün, tıpkı geçmişte olduğu gibi, benzer bir mağduriyet hikâyesinin başka bir aktör üzerinden yeniden yazılma ihtimali, siyasal sahnenin tüm ışıklarını İmamoğlu’nun üzerine çekmiş vaziyette. Bu, iktidarın kendi eliyle dünyaya getirdiği, istemeden büyüttüğü bir figürdür artık; deyim yerindeyse, kendi hamlesiyle nur topu gibi bir siyasi sembol doğurmuştur.

Tarih, böylesi dönüşümlere yabancı değil. Türkiye’de de siyaseten engellenmek istenen pek çok isim, halkın nezdinde daha güçlü ve daha inandırıcı bir pozisyona kavuştu. 1980 sonrasında siyasi yasaklı ilan edilen Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, yasakların kalkmasının ardından yeniden güçlü halk desteğiyle siyaset sahnesine döndü. Her defasında, siyasi yollarla engellenmeye çalışılan figürler, halkın hafızasında yalnızca geri dönmekle kalmadı; daha güçlü, daha efsanevi bir yere yerleşti. Şimdi de benzer bir denklem kuruluyor: susturulmak istenen bir figür, geniş kitlelerin vicdanında daha çok konuşulmaya başlıyor.

Bu tablo, yalnızca bir siyasi figürün değil, bir toplumsal refleksin yeniden uyanışı aslına bakarsanız. Bazen siyaset, hamlelerden çok, geri tepmelerin tarihiyle yazılır. Ve bazı geri tepmeler vardır ki, sadece muhalefeti büyütmekle kalmaz; iktidarın kendine dair inşa ettiği anlatıyı da zayıflatır. Kitle psikolojisinde mağduriyet, çoğu zaman haklılıktan daha ikna edicidir. Hele ki bu mağduriyet, toplumsal vicdanla birleşirse, siyasal meşruiyetin sınırlarını yeniden çizer. İktidarın rakibini susturmak isterken, ona ses kazandırdığı; yalnızlaştırmak isterken, onu kolektif hafızaya yerleştirdiği anlar, tarihte hep dönüm noktası olmuştur.

İşte bugün o anlardan birine daha tanıklık ediyoruz. Susturulmak istenen ses, bir yankıya dönüşüyor; geri çekilmesi beklenen figür, sahnenin merkezine ilerliyor. Ve bu sahne artık yalnızca muhalefetle iktidar arasında değil, adaletle güç arasında kurulan tarihsel bir hesaplaşmanın arenası gibi duruyor. Bu iktidar için “kendisini emanet ettiği bir korku hali” varmış gibi duran bir seyir. Verdiği duygu bu. Hukukun karşısında herkes için eşit davranma saikiyle hareket edildiği söylense de dışarıdan öyle gözükmüyor; aksine, adaletin, güçle şekillenen ve bazen belirli figürlere karşı farklı bir tutum sergileyen bir araç haline geldiği izlenimi doğuyor.

Adalet Bakanı’nın sürekli olarak “Türkiye bir hukuk devletidir” açıklamasını yapması, aslında sistemin ne kadar sağlam temellere oturduğuna dair bir soru işareti yaratıyor. Hukuk devleti, temel ilkelerini uygulayan bir yapıdır; bu yüzden bu ilkenin sürekli vurgulanması gerekmez. Bir ülke gerçekten hukuk devleti olduğunda, bu ifade her gün tekrarlanmaz, vatandaşlar arasında zaten yerleşmiş bir güven duygusu vardır. Ancak bu açıklamanın sıkça yapılması, toplumda hukukun ve adaletin işlerliğine dair şüphelerin var olduğunu gösteriyor.

Hukuk, sadece bir kavram olmaktan öte, gerçek ve eşit bir uygulama alanı bulmalı. Gerçek bir hukuk devleti, vatandaşlarına bu güveni verir ve bu güven, açıklamalardan değil, uygulamalardan gelir.

Bugün adaletin sesi, geçmişle değil; alınan kararlarla, sergilenen tutumlarla şekilleniyor. Mağduriyetin siyasallaştırılması ya da geçmişteki haksızlıkların kalkan gibi kullanılması, bu süreci daha da kırılgan hâle getirse de ihtiyacımız olan sadece tarafsız bir hukuk sistemine sahip olmak.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (12)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.