Ülkenin nice badirelerden sonra dahi atlamadığı kronik bir vakıa vardır. O da hayattayken kıymeti mübalağa edilen bir takım zevatın, ahirete irtihali sonrası bir kutuplaşma vesilesine dönüşmesidir.
Evet ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ 110 yaşında hayata veda etti. Vefatı da “kutuplaşma” kısır döngüsünün bir defa daha neşvü nema bulduğu hadise oldu. “Sümerolog” sıfatıyla ilmî çalışmalarda bulunmuş bilim insanı, seküler cenahta bir mukaddes şahsiyet haline dönüştürüldü.
Muazzez İlmiye Çığ’ın vefatı, Türkiye’de ideolojik kutuplaşmanın ne denli derinleştiğini de yeniden gözler önüne serdi. Sümerolog, yazar kimliğinin ötesinde, ölümünün ardından adeta “Cumhuriyet azizesi” olarak lanse edilmesi, geçmişin kabuk bağlamış yaralarını kanatmak maksatlıydı. Tabii hepimiz biliyoruz ki bu mukaddesleştirme, kendisinin ilmî birikiminden ziyade, İslam’a ve müntesiplerine yönelttiği tenkitlerden ibaretti. Şahsını “Cumhuriyet’in bilge kadını” ya da “gerçeğin sesi” gibi sıfatlarla yücelten söylemler, bilimsel değerlendirmelerden ziyade ideolojik bir sahiplenmenin iz düşümüydü.
Sekülerlerin bu minvalde sergilediği tavır, tam da eleştirdikleri muhafazakâr tutumun başka bir yönüydü. Bu sebeple bu çeşit ruhbanlığın adını “seküler mukaddesatçılık” koydum… Neden? Çünkü bir bilim insanının ilmî çalışmalarının mahiyeti ve bilime sunduğu katkılarından ziyade, o çalışmaların kendi ideolojik menfaatlerine ne ölçüde hizmet ettiği tartışılıyorsa ve bu durum, kutsallaştırma mertebesine ulaşmanın yegâne ölçütü hâline geliyorsa tam da bu hal meydana gelmiştir. Ne yazık ki Muazzez İlmiye Çığ, kendi tebaası için de bir ilmi figür değil, ideolojik bir semboldür…
Muhafazakâr kesim ki alınganlıkta mastır, doktora, yüksek lisans ne ararsanız vardır; gardını almıştı ve eleştirilerini vefatın saniye sonrası hemen boca etti, peşinden solcusu da geldi sağcısı da geldi... Malum ülke her vefat sonrası “nasıl bilirdik” sorusunun cevabını, karşısındakinin yanağına atılacak bir tokat olarak görmekte mahirdi… Kişilerin mezar taşının üstünde düellolar… Bizim yeni geleneğimizdi.
Bu alınganlığımız haklı da olsa haksız da olsa her zaman gardını alırdı; öyle de oldu. Çığ, dine yönelik eleştiriler merkezinde, “ideolojik bir karşı figür” olarak hedef alındı. Hali hazırda her ne kadar Sümeroloji alanındaki çalışmalarıyla tanındıysa da bilimsel üretkenliği ve akademik unvanları vefatından önce de tartışma konusu olan birisiydi. Akademik bir titre sahip değildi, Sümer metinlerini çevirerek alana bazı katkılarda bulunmuştu. Ha bu katkıları da çoğu zaman Sümeroloji disiplini içerisindeki metodolojik derinlikten ziyade, dine yönelik eleştirileriyle ilişkilendirilerek gündeme geldi.
Özellikle başörtüsünün Sümer rahibelerine dayandığı yönündeki iddiası, bu tartışmaların en çok yapıldığı alandı. Ki bu iddiası akademik çevreler tarafından yeterince desteklenmediği gibi, birçok bilim insanı tarafından bağlam dışı ve spekülatif bulundu. Ne var ki işe gelen tavırlar gereği bu tartışmalar, laik çevreler tarafından her daim göz ardı edildi, Çığ’ın eleştirel söylemleri bir “bilimsel hakikat” gibi yüceltildi de yüceltildi.
Çığ’ın İslam’a yönelttiği eleştiriler üzerinden sahiplenilmesi, aslında daha geniş bir ideolojik yüceltme stratejisinin parçası oldu. Senelerdir de bu zihniyetin gadrine her daim uğradık. Öyle ki bu “seküler kutsallar” uzun zaman özgürlüklerin dahi önüne geçti. Başörtülü kızların “rahibe örtüsü” taktıkları terennümü altında okullara alınmaması, bu ilerici bilim insanında hiçbir gerginliğe yol açmadı mesela. İnsani meselelerde adil tutum takınamayan şahısları hala daha bilim insanı olarak değerlendiremiyoruz, her kesimin ruhbanı için de böyle bir tavır takınmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bizim çilemiz kutbun ucundaki tüm tarafların kendi sembollerini dokunulmaz bir hale getirme eğiliminde, yani genlerimizde. Bu yazgıdan kurtulamıyoruz.
Bu iki uç yaklaşım, aslında Türkiye’de bilim insanlarının ideolojik çatışmalara malzeme edilmesinin ne kadar yaygın bir pratik olduğunu göstermesi açısından da manidar. İlmi çalışmalar -uzun zamandır- şahsiyetlerin gerçek katkılarından bağımsız olarak, bir tür “ideolojik mühimmat” hâline getiriliyor. Çığ’ın ölümü bu geleneğin bir istisnası olmadı.
Gelenek değişmez; Meşrutiyetten itibaren Türkiye’de fikirler değil, figürler önemlidir. Toplumun her iki kesimi de kendi doğrularını pekiştirmek adına şahsiyetleri araçsallaştırır ve ve onları birer ideolojik savaş malzemesine dönüştürür.
Olan her zaman özgürlüğe, adalete, hak ve özgürlüklere olur. Gerçek bir bilimsel tartışma ve fikirlerin sahih bir şekilde değerlendirilme olasılığı her zaman olasılıktır, gerçekliği mümkün değildir.
Bizim makus yazgımız…