Sanat toplumların ruhudur ve can çıkar, ruh çıkmaz. Sanatın, sanat eserlerinin zaman ve mekân üstü bir mevcudiyeti vardır. Devletler kurulur yıkılır, iktidarlar değişir, ama topluma derinlemesine nüfuz etmiş bir sanat eserinin aşkın varoluşu devam eder. İşte sanata bir kutsallık atfedilecekse, o kutsal olmaklığı bu aşkın varoluşta buluruz.
Zamanında önünde diz çökülen Floransa iktidarını kimse hatırlamaz fakat klasik Batıyı ve antikiteyi bir araya getiren o derin sanat anlayışının, rönesansın meyvelerini hayretle temaşa ederiz. Yüzyıllar sonra bile her yıl milyonlarca kişi Leonardo’nun Mona Lisa tablosunun huzurunda durup o gizemli gülüş üzerine derin düşüncelere dalmaya devam eder. Dönemin İngiltere ve İrlanda kraliçesi Elizabeth’in 45 yıllık hükümranlığı kitabi bir bilgi olarak kalmıştır. Fakat imparatorluğun edebi dehâsı Shakespeare’in Hamlet’i bugün dahi her izlenişinde seyircisinde katarsis yaşatan bir insan üstülüktedir. Yaşamış onlarca papanın ismini çok az kişi bilir ama Michelangelo’nun St. Peter Bazilikasına attığı eşsiz imzalar halen ziyaretçileri büyüler. Gün gelecek Abdünnâsır’ın adı da unutulacaktır, Ümmü Gülsüm’ün dinleyeni aciz bırakan estetik nağmeleri kıtalar ve zamanlar ötesinden yaşam sonlanana kadar yankılanmaya devam edecektir.
Bu yönüyle sanat, toplum realitelerinin içinde ortaya çıkar ve gelişir. Toplumların inançları, acıları, mefkureleri, estetik açılımları ve daha birçok unsur, sanatın ve sanat eserlerinin gelişiminin temelidir. Dolayısıyla sanat ancak ilerlemiş, ruhen de büyüyebilmiş bir toplumsal ruhun var edeceği estetik duruştur. Bu bakımdan iktidarlar ne dayatmacı ne de engelleyici olabilir. Dayatılan da engellenen de zaman içinde kendi mihverini bulur. Yani sanatın münafıklığı olmaz, ama yalakalığı olabilir. Yozlaşmış, paçozlaşmış, materyalin içinde kaybolmuş bir toplumdan estetik atılımlar beklemek de bu yüzden muhaldir.
Estetik ruhun oluşmadığı toplumlarda muktedirler -yüce bir amaç uğruna değil de- saltanata daha da hizmet etmesi için zorlama yoluyla sanat eseri ve sanatçı arayışına yönelir. Para ve tüm materyaller bu hizmetin araçlarıdır artık. Diziler, filmler, parmaklarını kütlete kütlete yazılan köşe yazıları daimî olarak bu güce güç katma derdindedir. Elbette güç ve hizmetkarları o değerli eserleri satın alabilir, bugün nadide eserlerin çöllere kurulu galerilerde cömertçe sergilendiğini görürüz. Ne var ki bunlar, estetiği ve sıra dışılığı, sanatçıyı ve dehasını ortaya çıkartmaktan aciz palyatif hamlelerdir. Bunun bir nedeni belki de kültür ve sanatın, dürüstlüğü anlama gibi gizil bir yetisinin olmasıdır. Çağa ve toplum felsefesine bir katkı sunamamış devletler envanteri olmayan hesaplar gibidir. Öylesine gelir, öylesine giderler.
Ve yine bu düzenbazlık kendini estetiğin evrensel niteliğini yadsıyan, “yerli ve milli sanat” söylevinde de açığa vurur. Gelip görürüz ki sanat adına eskiyi, var olanı hazineden çıkarıp sunmak kolaycılığından başka malzeme yoktur. Yeni yoktur, yenilik yoktur, sanatçı için dahi hamili kart yakını vardır. Zira iktidarın amacı bir estetik tecelli olarak sanatın güzelliğini yüceltmek ve toplumda entelektüel zevklerin önünü açmak değil, tıpkı elindeki tüm imkanlar gibi sanatı da saltanata hasır altı ve tekelci bir despotluğa alet ederek, kendi gücünü pekiştirmekte kullanmaktır. Bu amaçla “ötekinin sanatı” zevksizlik addedilir, ithal olmakla suçlanır, hatta arkasında organize bir nifak projesi varmış gibi lanse edilir. Hat yazmak kutsal, fresk heretiktir. Çünkü kavram, dar zihinlerin sadece iki boyutlu havsalasına indirgenmiştir; güce hizmet etmeyen, gücün aleyhine çalışır.
Zengin ve zenginliğini hak ederek kazanmış toplumlarda sanata ayıracak hem zaman hem para vardır, parlak sanatçıları yetiştirmek için güçlü bir eğitim sistemi vardır, bu verimli zeminde bilim ve sanat gelişir. Fakir ve ezilmiş toplumlarda da bir isyan biçimi, hatta bazen her şeyden vaz geçmişliğin, kaybedecek bir şeyin kalmamış olmasının verdiği rahatlık sanat ruhunu açığa çıkarır, hem de bazen göz alıcı biçimde. Ama kaygılı ve politize bir toplumda çoğu estetik yeti paralize olmuştur. Hele bir de iktidar, varoluşunu bu kaygı üzerine bina etmişse ve kendi bekasını bu kaygının bekasına bağlamışsa.
Ezcümle hem iktidarın hem de halkın arzuladığı ruhsuz bir refah, sakat bir terakki ve adaletsiz bir kalkınmadan arınmış, hak edilmiş toplumsal bir dinginlik ve sükûnet ise, yapılacak ilk iş tüm banal ayrımcılıklardan ve estetik bir kalıba oturmayan telakkilerden azade bir şekilde sanat ve sanatçıyı toplumsal beka için el üstünde tutmaktır.