Çok sevdiğim bir Hadis var. “Din Samimiyettir.”
Gerçekten “ed-din” kavramını daha bütüncül anlatan bir kelime yok gibi. Ahlaki değerler, insani değerler, toplumsal değerler, ibadetler, hukukun üstünlüğü, adalet… İçeriğinde bulunan beher kavramın ortak paydası samimi olmak, gerçekçi olmak, dengede olmak olan bir din.
Samimi bir tövbe, samimi bir adalet, samimi değerlendirmeler... Peygamberin, ahlakında bu içtenliği gördüğü insanları yakınına alması, onlarla yürümesi, vefatına kadar aynı isimlerin yoldaşı olması onlarda bulduğu samimiyetle alakalı olmalıdır. Bu aslında karakterinden emin olma, tutarlılığından emin olma, olaylara karşı nasıl tepki vereceklerinden emin olmayla alakalı bir tutum. Zira samimi insan şartlara göre şartlanmaz; her konu karşısında alacağı konum bellidir, rüzgârın yönüne göre yelken açmaz, başına ne geleceğini bilirse bilsin mesnetinden emin olduğu doğrularından vazgeçmez.
Bu ahlak üzerine samimi bir din bilgisi ve ahlak oturuyor. Bu anlamda zamanımızın din adına en büyük kangrenlerinden birisi samimiyetsiz bir döneme denk gelişimiz oldu. Yıllar içerisinde başlangıç noktasından çok uzaklara savrulmuş bir din tasavvuruna da şahitlik ettik. Başta büyük iddialarla yakılmış ateşler söndü, verilen sözlerden dönüldü, değerler ve öncelikler değişti.
Tüm bunlarla beraber birlikte yol alınanlar da değişti. En yakın dost ertesi gün arkasından kuyusu kazılan, sonrasında da bir hamleyle uzaklara atılan bir değersiz oldu. Her şey biz yaşarken oldu. Dostlar çok çabuk düşman oldu, düşmanlar da bir anda dost oldu.
Gazze’de süren katliamlarla alakalı olarak haftalardır yazıyoruz. Hislerimiz paramparça, vicdanımız yerle yeksan. Çaresizliğin içinde debelenip duruyoruz fakat elimizden de bir şey gelemiyor. Elinden bir şey gelebileceğini düşündüklerimize sitem ediyoruz ancak hiçbir yerde makes bulmuyor bu söylenmeler.
Çaresizliğin zirvesindeyiz.
Çünkü bir samimiyetsizlik var. Samimiyetin en küçük ölçeği söylediklerinle yaptıklarının çelişmemesi düsturu ise gerçekten büyük çapta bir samimiyetsizlik var.
Savaşın başlamasından itibaren kınamalar, eleştirmeler, şikayetler, küçük çapta boykotlar. Herkes payına düşeni yapmanın derdinde fakat ortada çözüme dair en ufak bir emare yok. İki ülkenin dudak arasında yürütülen bir savaş var. Başka kimsenin ne söylediğinin hiçbir önemi kalmamış bir savaş.
Biz bir şey yapamıyoruz. Yapıldığını sananlar kendisini kandırıyor. Limanlara her türlü gemi yürüse de lafla peynir gemileri hala yürümüyor. Madem bu kadar edilgeniz, sonuçları olan bir eylem yapamıyoruz, bir duruşun sahibi değiliz, söylediklerimiz ayrı yaptıklarımız ayrı, durun siz, kendimize günahlarımızı ileteceğimiz bir başkası buluruz.
Burası Türkiye bir defa. Günah keçisinin harman olduğu yer. Bu uğurda yaş kuru kimsenin gözünün yaşına bakılmayan yer.
Ödül gecelerinde en dekolte halleriyle bir araya gelenler, ödüllerini almak için sahneye çıkanlar acaba ne diyecekler. Al sana duyar kasma, öfkeni kusma, kendi edilgenliğini örtbas etme için anlı şanlı bir ortam.
Pusuda bekleyen linç timleri için ava çıkan kurdun dolunayla karşılaşması kadar aydınlık ve sevindirici bir hal. Buradan her güne linçlenecek, gündemi saptıracak bir eder muhakkak bulunur. Organize şekilde yuhalanır. Başkalarıyla kıyaslanır ve kapanış yapılır. Ertesi güne bir başkası zaten muhakkak zuhura gelir.
Başka ülkelerde şu şunu diyor da bu bunu diyor da. Senelerce tu kaka yapılanlar bir anda baş tacı olur.
Bakın asla failler, gücü ellerinde bulunduranlar değildir. Yapabileceği şey bir komedyenin konuşmasından daha büyük kazanımlar sağlayacak olanlar değildir. Çünkü onların muhakkak bir bildikleri vardır ve sen onlardan asla daha iyi bilemezsindir.
İsrail’le ticaret devam mı ediyor, kınayamazsın. Çünkü kızcağızın sokak hayvanlarının hal-i pür melalini dert edinmesi senin bandrol bandrol gemilerinle meşum ülkeye ticaret yapmandan daha büyük bir beladır anlıyor musun? Çünkü kızcağızın “sokak hayvanları dahi güvende değil, bırakın Orta Doğu’da çocukları” ironisini yapabilecek zekâsının olma ihtimali yoktur.
“Ben hayvanıma dahi güvenli bir ortam sağladım, sen acaba kim için bir güven ve huzur iklimi oluşturabiliyorsun” da demek istemiştir belki. Hoparlörle kahve dükkânı basarak, küçük konum alma hareketleri yapmak pek debdebeli pek şaşaalı hareketlerdir. Fakat turpun büyüğü heybedeyse o büyüklüğe laf edememek bu şovmenliğin de şanındandır. Çünkü gücünü aldığına efelik taslayamazsın.
Hasılı şunu demek istiyorum. Samimiyetsiz ruhların samimiyetsiz duruşları, kendi bekasından başka bir gerçeklik tanımayan ve bu uğurda her şeyi yapabilecek olan bir güruhun acımasızlıklarıyla karşı karşıyayız.
Dönem dönem bu güç gösterilerinin karşısına sırası gelen öğrenci gibi çıkıyoruz. “Bir diğerinin yeteri kadar üzülmediği fikrine” sahip bu şahıslar, en çok kendilerinin bu dertle dertlendiği sanrısına da sahip. O duruşu da zinhar kimselere bırakmıyorlar. Gerçek muhatap her şeyden azade fakat herkes onun zannı üzere; kötü, ruhsuz ve duyarsız... Ölen çocuklara üzülmeyecek kadar fena ve zalimsin bir defa. Çünkü o öyle düşünüyor, düşünmek zorunda.
Artık gelinen noktada bu zavallılığı yazmaktan dahi hicap duyuyorum. Çocuklar, insanlar, hayvanlar, evler, camiler, kiliseler… Gazze’de yıkılan ne varsa hepsi adına utanç duyuyorum. Bu kadar çaresiz olabilmek adına utanç duyuyorum.
Peygamberin samimiyetine, onun samimi duruşuna hasret kaldığımızı düşünüyorum. Korkusuzluğu ve gücünü tahayyül ediyorum. Gücünü sadece zalime karşı kullanmasını ve heybetini hayal ediyorum.
Zalimlere karşı çetin, birbirlerine karşı çok merhametli oldukları o iklimi işte…
Biz sadece yitirilen bir samimiyete şahit değiliz. Biz “o ne diyorsa doğrudur” dürüstlüğünü kaybetmişiz. Ve o dürüstlüğü kaybeden çok şeyi değil, her şeyi kaybetmiştir.