"Ev bir köpekbalığının ağzı olmadığı sürece kimse evden ayrılmaz.”
Mottosu dillere pelesenk olmuş eski bir reklam filmi repliği vardı eskilerde;
“Kontrolsüz güç, güç değildir.”
Oldukça klişe fakat anlamı derin bu cümleyi ülkede uygulanan mülteci politikalarıyla özdeşleştirmemiz mümkün.
Suriye’de patlak veren iç savaşla birlikte sınırlara artan göç dalgasının en büyük pay sahiplerinden birisi oldu ülke. Son 12 yılda milyonlarca Suriyeli mülteciye ev sahipliği yaptı. Savaştan kaçan insanlara, yaralılara, çocuklara, muhtaç durumdakilere kucak açan bir ülke oldu her zaman Türkiye.
Lakin bu büyük göç dalgasında da sınıfsal bir ayrım baş göstermişti elbette. Maddi imkânı olanlar savaştan ilk kaçanlar olmuş, büyük şehirlerin kadim mahallelerine yerleşmeye başlamışlardı çoktan.
İstanbul’un en bilinen semtleri artık başka bir demografiye bürünmüştü. Arka planda sınırdaki mülteci kamplarında sefil olanlar, iş gücü anlamında kullanılanlar, çocuk işçiliği, aynı evde kalan 4-5 ailenin ortak yaşama tutuma sancısı... Savaşın yarattığı büyük dramın her anlamda öznesi olan bu insanlar topluluğu bir sürü zorlukla aynı anda savaşmak zorunda kaldı.
Farklı milletten insanlarla bir arada yaşama kültürü edinmemiş bir ülke olarak Türkiye’nin bu yeni tecrübeye uyumlanma süreci sancılı geçti. Bu durumu fırsat olarak görerek siyasi hareketlerine özne yapan sağcı politikacıların iştahası da haliyle kabardı. Elbette yolunda gitmeyen vaziyetler vardı ancak yaşanan her sancının müsebbibi mülteciler olabilir miydi? Olumsuzlukların tamamen ihale edildiği, sanki olmadıklarında ülkenin tüm sorunları çözülecekmiş sanrısı verilmiş bu insanlar gerçekten tüm bu yaşadıklarımızın nedeni miydi?
Aslında mültecilere karşı duyulan paranoyanın temelinde içi doldurulmamış ve hakkı verilmemiş bir sahiplenme güdüsü vardı. Malumdur ki bu ülkede her kesim ülkeyi sahiplenme derdindedir. Bu sahiplenmenin neticesi olarak kendi pozisyonlarının karşısında olan her olay, oluşum veya kişi kendisi ve çıkarları için potansiyel bir tehdit teşkil eder. Bazen ülkenin kurucu ideolojisinin ilkelerini koruma adına dini simgeler baskılanır, bazen milliyetçi muhafazakâr dürtüler sahiplenmeyi daha da geriye götürür ve seküler kesimi kıskaca alır. Çoğunlukla bu sahiplenme, kapılmış köşeleri ve öyle ya da böyle edinilmiş kazanımları / çıkarları kaybetmeme adınadır. Ülkedeki korunmaya muhtaç yabancılar söz konusu olduğunda ise bu iki kesim hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir şekilde bir araya geliyor ve aynı duyguları hissediyordu; “Defolun ülkenize”
Kimsenin yaşamaya tenezzül etmeyeceği mahallelerde, derme çatma yapılarda yaşayarak kendi yağları ile kavrulan, sadece savaşta ölmemenin bir alternatifi olarak tercih edilebilecek yaşam standartlarında ayakta kalmaya çalışan insanlar mıydı onlar? Yoksa gerçekten de her kötülüğün müsebbibi olduklarına inanılan, sarsılmaz imtiyazları olduğu düşünülen bir klanın mensupları mıydı? Türkiye başkaca sorunu yokmuş gibi gerçek ve kurmaca arasında bir dilemmaya da mülteci kriziyle birlikte nail oldu bir anlamda.
Avrupa Birliği’ne karşı tehdit kozu, seçim öncesinde iktidarın kendilerine “ülkelerine geri yollanmayacaklarını” vaat ettikleri mülteciler bunlar. “Biz seçimi kazandığımızda mültecileri ülkelerine göndereceğiz diyor. Biz göndermeyeceğiz. Ensar’ın ne olduğu biliyoruz” cümlelerinin muhatabı olan mülteciler. Seçim sonrasında da iktidarın “1 milyon Suriyeli kardeşimizin geri dönüşünü sağlayacak projeler” söylemleriyle kafaları allak bullak olmuş, kapılar arasında, kuranderde kalmış sahipsiz insanlar topluluğu olan mülteciler.
Muhalefet liderinin de son anda gemiden atılmış can simidine tutunmak gibi birleştiği kavilleştiği partilere sırtını dönerek, aşırı sağcı siyasetin, nefret politikasının timsallerine demir atmasının müsebbibi olan mülteciler... Billboardlardaki yazılarda seçim vaadi olarak yazan “Evlerine dönecekler” cümlesindeki dönecek insanlar topluluğu yani…
Bizler de bu vesile ile 3 birimlik seçmen faydası için böyle bir nefret dilini -sonunu düşünmeden- körüklemenin neticesini görmüş olduk bir anlamda. Hepimizin de malumu oldu; pragmatist siyasetin attığı taş, ürküttüğü kurbağaya değmez.
Hasılı depremden bu yana 3,7 milyon mülteciyi günah keçisine dönüştüren ekonomik krizin körüklediği mülteci karşıtı ırkçılık otobüsten 3 çocuğuyla bir kadını atacak düzeyde tetiklenmiş vaziyette. Ekonomik gidişat da bu öfkeyi daha da perçinleyecek gibi gözüküyor.
Şunu bilmemiz gerekiyor ki her sancının müsebbibi mülteciler değildir. Savaştan kaçarak bir yurda sığınan insanlar yeri gelince muhacir, yeri gelince de günah keçisi olamaz. Herkesin huzuru için doğru göç politikaları, ekonomik parametrelerin acilen düzelmesi hepimizin su gibi, hava gibi ihtiyacı.
Şu dünyanın sarsılmaz gerçeğidir. “Bir insanın güvende olmadığı yerde aslında hiç kimse güvende değildir.” Mülteciler yaşadığımız coğrafyayı daha az güvenli hale getirmiyor, ancak yabancı düşmanlığı, korku ve nefret bunu sağlıyor.