1945 Senesinden itibaren Holokost’tan kurtulan Yahudiler için Amerikan Yahudi Ortak Dağıtım Komitesi (The American Jewish Joint Distribution Committee) kuruldu. Komite Holokost’tan sağ kurtulanlara yiyecek ve giyecek yardımı sağlarken, Eğitim Yoluyla Rehabilitasyon Örgütü (ORT) mesleki eğitimler sundu. Mülteciler de ayrıca kendi aralarında örgütlendi ve birçoğu Filistin’de bağımsız bir Yahudi devletinin kurulması için çalışmaya başladı.
Holokost sonrası hayatta kalan Yahudilerin kurduğu en büyük örgüt ise Sh’erit ha-Pletah isimli örgüttü. (İbranice “hayatta kalan”) Örgüt daha fazla göç fırsatı için gidebilecekleri her ülkeye baskı yapıyordu.
ABD Siyonist İsrail’in her zaman yanında olduysa da Holokost sonrası Yahudilere ülkeye alımları konusunda mevcut kota kısıtlamaları uyguluyordu. ABD’ye yasal göç fırsatları bu insanlar için sınırlıydı. Kısacası Amerika kendi ülkelerine akın akın gelmeleri için değil, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için çalışıyordu ve bu uğurda bu örgütlenmelere tam destek veriyordu.
“Filistin’de bağımsız Yahudi devleti kurulması fikri” İşte bu idea tüm mülteciler için gitgide skolastik bir takıntıya dönüştürülmeye başlanmıştı. “ORT” dediğimiz örgüt özellikle gençlere ve çocuklara Filistin’in kendilerine ait bir vatan olduğunu, tamamen Yahudi egemenliği altında bulunması gerektiğini, dinlerinin de bunu emrettiğini aralıksız dikte ediyordu.
Diğer yanda ise İngilizler Filistin’e göçü kısıtlıyordu. Avrupa’da da birçok sınır Yahudilere kapatılıyordu. Evet İngilizler Yahudilerin Filistin’e göç etme fikrine sıcak bakmıyordu. Bu yerinden etme sürecinin masum bir şekilde ilerlemeyeceğini öngörüyordu. Çünkü taraflardan birisi zaten kaybedecek çok da bir şeyi kalmamış o ruh halinin topluluk bilincine dönüşmüş şekliydi ve her şeyi yapabilirlerdi. Zira kendilerinin sandıkları toprak parçalarına devlet kuracaklardı.
1945’te Başkan Harry Truman her ne kadar 30 Bine yakın Yahudi’nin ABD’ye göçüne ilişkin kota kısıtlamalarını gevşeten bir direktif yayınlasa da artık ok yaydan çıkmıştı. Bu kotanın dışında kalan Yahudiler Filistin’e dönmeye başlamıştı.
“Yerinden edilme”
Arap İsrail savaşı sonrasında İsrail’in 1948’de devlet olarak kurulmasının ardından zorla yerlerinden edilen aileler toprakların gözden çıkarılmış bölümlerine yerleştiriliyordu. İsrail’in bir devlet olarak tanınmasından bu yana uyguladığı apartheid rejim 1967’de Doğu Kudüs’ü ve Batı Şeria’nın geri kalanını işgal etmesiyle devam etti. Burada yerlerinden edilen halk öncelikli olarak Şeyh Cerrah’a konuşlandırılıyordu.
Filistinliler, topraklarını ve evlerini sistematik olarak mülksüzleştirmek için ayrımcı yasalar kullanan İsrailli yetkililer tarafından hedef alınıyordu. Kudüs Bölge Mahkemesi, halkın nesillerdir Şeyh Cerrah’ta yaşıyor olmasına rağmen ellerine gelen tebligatlarla evlerinden boşaltılmasına sözde hukuki gerekçeler buluyordu mesela. Sürüldükleri yerlerden de sürülen aileler artık sıradandı, olağandı. O topraklar taşınmanın, zorla yerinden edilmenin topraklarıydı…
Böyle tavizler verilerek evler, mahalleler hatta semtler boşaltılıp da İsraillilere “al senin olsun” denildikçe düzenli şekilde uygulanan apartheid politikaların gitgide yatışacağını, Filistinliler topraklarını ve mülklerini terk ettikçe vahametin azalacağını sananlar vardı. Yanılıyorlardı. Çünkü gözü doymayan aç gözlü ve narsistik kişilik bozukluğu olan bir devlet vardı ortada… Gelinen nokta bağırıyordu.
Şimdi yazının başında da ifade ettiğim gibi Filistin’de devlet kurabilmeleri için bu kadar organize çalışmış bir devlet olan ABD elbette her daim İsrail’in yanında olacaktı. Hem İslamofobi hem islamofobik olarak tanımladıklarının antisemitizmi. Suyundan da koysak daha katmerli bir düşman olamaz o zihin yapısına göre. Oysa antisemitist olmaya giden yolun taşlarını bilmeyen bir devlet olarak Amerikan Rüyası vardı, gerçekliğe asla uyanamıyordu. Katiline aşık ve saplantılı. Her Orta Doğu’ya girdiğinde batan, her çıktığında Orta Doğu’da gözü kalan…
Bizleri alakadar eden kısım bu zulme karşı seneler içerisinde hiçbir B planı geliştiremeyişimiz. Yani İsrail’in gazının ulağı olmaktan daha derin politikalar elde edilmeliydi. “Ümmet, Müslüman kardeşim” sloganlarından da zinhar vazgeçmeyişimiz.
Artık kendi dertlerimizle boğuşmaktan sisteme, bu kötü dünya düzenine gardsız yakalanmamız.
Mitinglerde, elçilik önlerinde bağırmamızın palyatif çözümler olması, rehabilitasyon belki. 20 küsür yıldır bağırıyorum, hala daha binlerce çocuk ölüyor. Konu bizi aşan bir durumda demek ki.
Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna hala daha nefes aldırmayan bir güç var. Biz o gücü bulmalıyız.
Kendimize asla anlatamayacağımız görüntüler, çığlıklar. Bombalanan hastaneler. Korku filmi distopyasından da beter bir Orta Doğu. Bebekler, hamileler, katıksız trajedi. Merhametten yoksun devletler, aczinden tırnaklarını yumruğuna geçiren bizler.
Organize kötülüğün devletlerine karşı ne yapsak olmayışımız.
Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ındaki o dize;
“Kazanamazsan ekmek parası, dostunun yüz karası, düşmanın maskarası”