Gazze'de 7 Ekim 2023'te başlayan ve 15 ay süren kanlı savaş, nihayet 19 Ocak 2025'te yürürlüğe girecek bir ateşkes ve rehine anlaşmasıyla -şimdilik- sona eriyor. Bu ateşkes, savaşı bitirmekten çok, tarihin kırılgan bir sayfasını daha çevirdiğimizi gösteriyor. Özgürlüklerin kazanılmasına sevinmekle birlikte, yıkımın büyüklüğüne kayıtsız kalmak mümkün değil. Retorik olarak sorulması gereken şu: Bu yıkımın ortasında, umutla yeniden inşa edilecek bir gelecek nasıl mümkün olabilir?
Savaş ilerleyen süreçte adeta bir soykırıma dönüştü. Bombardımanlar esnasında 50.000’e yakın Filistinli hayatını kaybetti, on binlerce kişi evsiz kaldı ve altyapı neredeyse tamamen yok oldu. Gazze'de yaşam, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir enkaza dönüştü. Evlerin harabelerinden yükselen toz bulutları yalnızca çatışmanın değil, insanlığın yara almış vicdanını da simgeliyor.
İsrail her zaman İsrail’dir.
Uluslararası ilişkilerde "pax" adı verilen bir kavram vardır ve kavram “barış” ya da “düzen” anlamına gelir. Ancak bu barış karşılıklı iki tarafın rızası dahilinde elde edilmiş ferah bir hal değildir de genellikle bir gücün baskın otoritesi altında sağlanan bir tür sükûnet durumudur. Yani kavram, barışın eşit taraflar arasında değil, genellikle bir tarafın hâkimiyetine dayalı olarak gerçekleştiği zamanlarda kullanılır. Pax, barışın sürdürülebilirliği ve adaletle tesis edilip edilmediği konusunda her zaman tartışmaya açık bir husustur.
İşte İsrail tam bu kavramın üzerine oturmaya çalışan, barışı her zaman sözde bırakmış, icraatta hiç etmiş Siyonist bir devlettir. 1956 Süveyş Krizi’nde ateşkesi hiçe sayarak toprak işgali gerçekleştirmesi, 1967 Altı Gün Savaşı’nda uluslararası sınırların ihlali ve 1982 Lübnan işgalindeki sivillere yönelik saldırılar, ahdine uymama konusunda sicili bir hayli kabarık devlete ait.
Uzaklara da gitmeyelim, daha 2 ay önce Lübnan’la yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasının ardından, hava saldırıları, topçu atışları ve insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği ihlaller olmadı mı? Bölgedeki istikrarın, alt yapının çöktüğü, sivillerin hayatını kaybettiği o saldırıda Lübnan hangi koşulu ihlal etmişti de İsrail bu saldırıları gerçekleştirmişti?
Tüm bunları düşününce ateşkesin bir güven sembolü değil, yalnızca bir tarafın gücünü pekiştirme, emri altında olduğu ülkenin ültimatomu sayesinde gerçekleştiğini de biliyoruz. Savaşın çocuk yaşlı demeden yok etme aracı olarak kullanıldığı, soykırıma ramak kalmış bir sistemde, barışın da hukukî bir zemin yerine pragmatik bir strateji haline geldiği hepimizin malumu artık. İsrail asla güvenilmeyecek bir devlet olarak orada, her daim zamanını bekliyor.
Bu anlamda Ateşkes, savaşın kötü sesini mutlulukla bastırırken, tarafların karşılıklı güvensizliği üzerine bina edilen anlaşmanın sağlamlığı muhakkak tartışmaya açık. İsrail, Hamas'ın askeri gücünü tamamen yok etmeyi hedeflerken, Hamas ise bu savaşta her şeye rağmen, tüm yokluğa, eşitsiz dengelere rağmen varlığını ve gücünü koruduğunu dünyaya ilan etmek istiyor.
Diğer yanda kabine ateşkesi netleştirmek için hala toplanmıyor. Bunda en çok İsrail Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir'in etkisi var. Ben-Gvir, Filistin halkına karşı sert ve ayrımcı politikalar izlenmesi gerektiğini savunan, aşırı sağcı retoriğin ete kemiğe bürünmüş hali resmen. Siyonist bakan ateşkesi “korkunç” olarak nitelendiriyor ve Gazze Şeridi'nde elde ettikleri savaş kazanımlarını da sileceğini düşünüyor. Gazze Şeridi'ne yönelik daha fazla askeri operasyon ve yerleşim genişlemesini teşvik eden açıklamalarıyla bölgede dinmeyen gerilimi devamlı arttıran en tutkulu isim olduğunu da biliyoruz.
İsrail'in ateşkes anlaşmalarına bağlı kalma konusundaki sicili ve hükümet içindeki farklı görüşler göz önüne alındığında bu ne kadar sevinebileceğimiz bir barış olacak, muamma. Gazze'deki ateşkesin kalıcı olup olmayacağına dair uluslararası toplumda da Filistin halkında da tam bir mutmain olma hali söz konusu değil, olamaz da olmamalı da…
Sıra artık bizde… Bu kadar sevinmek yeterli, gerçeklere kapımızı aralama zamanı.
Savaşta vefat edenlerin önemli bir kısmını kadınlar ve çocuklar oluşuyor. Binlerce çocuk yetim kalmış, UNICEF'e göre en az 17.000 çocuk ailesini kaybetmiş veya ailesinden ayrı düşmüş vaziyette.
Altyapı da ciddi şekilde zarar gördü. Dünya Bankası'nın verilerine göre, konutların %66'sından fazlası, ticari tesislerin %80'inden fazlası hasar gördü ve yıkıldı. Gazze,15 aylık savaşın ardından ayakta kalmayı başardı başarmasına da bu, perişan olmuş bir halkın enkazı üzerinde dikilmiş bir ayakta kalma... Günlük yaşam felç ve yeniden inşa süreci oldukça uzun bir zamanı, maliyetli bir hesabı da beraberinde getiriyor.
Bu anlamda Türkiye sadece kendi halkı için değil, Gazze ve diğer kriz bölgelerine etkili yardım sağlayabilmesi için öncelikle kendi ekonomik sorunlarını ivedilikle çözmek zorunda. Bir devletin gücü yalnızca politik hamlelerinde değil, ekonomik dirayetinde ve insani yardım kabiliyetinde saklıdır. Biz de bu konuda göğsü gururla kabarık bir ülkeyiz, Sezar’ın hakkı Sezar’a. Bu nedenle, Türkiye’nin ekonomik darboğazdan kurtulması, en acilinden hız kazandırması, yalnızca kendi halkı için değil, uluslararası arenadaki etkinliği açısından da zaruri.
Bu kesinleşmemiş zaferin ardında yıkık evler, yetimler, öksüzler ve kayıp gelecekler var. Bu noktada, özgürlüklerin kazanılmasına sevinirken, gerçekçiliği kaybetmemek ve yaraların sarılmasında etkin bir rol oynamak zorundayız. Evet yineliyorum ki Türkiye hem tarihî misyonu hem de bölgesel ağırlığı nedeniyle bu süreçte büyük bir yükümlülük taşıyor.
İnşallah üzerimize düşen görevi en iyi şekilde yerine getiririz.