İyi ki doğdun Hitchcock

Şule Demirtaş

Korkularımdan kurtulmanın tek yolu, onlar hakkında filmler yapmaktır.”

Bugün doğum günü Hitchcock hakkında yazmak istedim, zira epeydir gündemin yoğunluğundan sinema yazıları da yazamıyordum. Sinemaya sunduğu katkılarla, hala daha eskimemiş, yeri dolmamış bir yönetmen Hitchcock.

Şüphesiz yirminci yüzyılın en büyük film yönetmenleri arasındadır bu deha adam. Hollywood’da ve tüm sinema sektöründe, filmin en büyük yönetmenlerinden olduğu da su götürmez bir gerçektir.

1899 senesinde Londra’nın Leytonstone kasabasında manav işleten bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hitchcock, filmlerinde de genellikle çocukluğundan tanıdık sahneleri ve deneyimleri yansıtırdı. Bunlar ekranda anlattığı hikayeler gibi, karanlık ve ışığın sürekli bir etkileşim halinde olduğu, Londra’nın kararsız havaları gibi alegorik sahnelerdi.

Onun büyüklüğünün en önemli alameti kendisinin ve halkının korkularını filmlerine yansıtmasıydı şüphesiz.

Hitchcock’un ilk film deneyimi, 1920’li yılların başında İngiliz sessiz filmlerinde sanat yönetmeni olarak başladı. Yönetmenlik kariyerinin ilk filmi 2 sene sonra yönettiği “The Pleasure Garden- Zevkler Bahçesi” filmidir. Ancak onu küresel ölçekte ilgi odağı haline getiren eseri, 1927’de yayınlanan ilk gerilim filmi “The Lodger: A Story of the London Fog- Kiracı: Sisli Bir Londra Hikayesi “oldu. Bu filmle elde ettiği başarıyla birlikte Hitchcock psikolojik gerilim filmlerinin usta yönetmeni ve gerilim ustası olarak ün kazandı.

1939 senesinde İngiltere’den Hollywood’a taşındı ve kısa sürede Amerika Birleşik Devletleri’nin önde gelen film yönetmenlerinden birisi oldu, zira ABD, onun filmleri için çok daha büyük bir pazar sunuyordu.

40’lı yılların başlarında ülkede her hafta ortalama 90 milyon gösteri bileti satıldığı söylenir. Hitchcock’un Amerika’daki kariyerinin sonraki yılları da düzinelerce filmi kapsayacaktı ki bu filmlerin birçoğu bugün akademisyenler ve film yapımcıları tarafından şimdiye kadar yapılmış en iyi filmler oldukları yönünde kabul görüyor.

1940’larda, dünya II. Dünya Savaşı’nın kaosu ve şiddetiyle boğuşurken Hitchcock sosyal temalar içeren bir dizi film yayınladı. Yönetmenin üç savaş filmi olan “Foreign Correspondent (1940),” Shadow of a Doubt (1943) ve “Lifeboat (1944) Nazi rejiminin yükselişi nedeniyle Amerikalıların artan kaygılarını ve II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan toplumunda nasıl bir sosyolojik değişim yaşattığını anlattı. Dünya genelinde Nazizm’in yarattığı tehlikeyi filmleri aracılığıyla anlatmaya çalıştı. Liberal ve siyasete çok da bulaşmamaya çalışan bir gerilim ve korku filmi yönetmeni olarak bu onun sineması adına da bir devrimdi.

Onun filmlerinin bu kadar etki yaratmasındaki baş sebep kendi karakterinin de sınırlarda dolaşan bir yapıda olmasından kaynaklanmaktadır elbette. Şaka yapmayı seven ve mizaha da tutku bir yapısı olan yönetmenin “39 steps- 39 Basamak” filminde yıldızlar Robert Donat ve Madeline Carroll’u sahnenin bir parçası olarak kelepçeledikten sonra bütün gün boyunca anahtarı kaybetmiş gibi davrandığı söylenir.

Yine 1979’da Amerikan Film Enstitüsü tarafından verilen “Yaşam Boyu Başarı” ödülünü kazandıktan sonra arkadaşlarına “fazla ömrüm kalmadığı anlamına gelir” diyerek şakalaştığı da anlatılır. Bir yıl sonra da vefat etmiştir.

Hitchcock, 52 filminin 39’unda kısa bir rolle de olsa yer aldı. Mantıksal olarak görünemediği filmlerde (filmin neredeyse tamamının denizde geçtiği Lifeboat gibi) bir gazetede resmiyle imaj olarak yer alıyordu. Bugün doğum günü olan yönetmenin filmlerini izledikçe yaşadığı zaman diliminde yapmış olduğu filmleri düşününce büyüklüğünü daha da anlıyoruz.

Dünyadan bir Hitchcock geçti diyebiliriz. O da sineması için Amerika’ya gitmeseydi yine bu şöhrette olur muydu bilinmez…

***

Amerika 126 madalyayla olimpiyatları açık ara önde kapattı ve sonraki olimpiyatların ev sahipliğine de hak kazandı. Elbette tesadüf bir başarı değil. Sporla okul bazında ilgilenmeleri, kolej liglerinin olması, eğitimle birlikte branşlarını da eş zamanlı yürüten sporcuların istikrarı ve para ve imkanlar onları bugünlere getirdi.

Biz ise madalyasız dönüyoruz. Temsiliyet açısından daha çok branşta yer almamız bir kazanım olarak görülse de müsabakaları yakından takip eden birisi olarak başarı ve madalyayı yani somutlaşmayı daha çok önemserim şahsen.

En beklenilen alanlarda dahi madalya almamış olmamız sorgulanması gereken bir husustur. Erken yaşta yetenek keşfetmek, taramalar, ülke çapında bir seferberlik en elzem meselelerdi, fakat yapılmış mıdır bilinmez. Yapıldıysa da çok başarılı olunamadığı ortada.

1984 senesinden bu yana altınsız dönmemizin -boks alanında yapılan ali cengiz oyunlarını saymazsak- arkasındaki nedenlerin genel başarısızlığın masaya yatırılması gerekir. Başarıya ortak olunduğu kadar, başarısızlıklarıyla da yüzleşen bir iktidar ancak sorunlara gerçek çözüm üretebilir.

***

Vasat bir olimpiyat kapanış töreniydi. Tüm o görüntüler içinde olimpiyatın adeta tek sembolü olabilmiş, rekortmenlerin dahi hareketiyle poz verdiği ikon isme yer verilmemesi Türkiye’ye yapılmış bilinçli engellemelerin bir delili.

Vasatlığımızın tokat gibi yüzümüze çarptığı bir dönem daha bu şekilde bitti. Tüm umutlar paralimpik olimpiyatlara kaldı. Oradan daha umutluyum.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (14)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.