Milletimizin hafızasında derin izler bırakmış terör meselesi, zamanın tozlu perdesini kaldırdığımızda, yalnızca bir güvenlik problemi değil, aynı zamanda toplumsal vicdanın sınandığı bir mesele olarak da karşımıza çıkar. Tam da bu yüzden bugün, İmralı görüşmeleri ve geçmişte yaşanan çözüm arama süreçleri, bu kadim sorunun çözülebilirliği üzerine yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Ancak bu yolun, dikenlerle kaplı bir patikadan geçtiği aşikâr.
GEÇMİŞE İBRETLE BAKIŞ
2013 yılında başlatılan ve “çözüm süreci” olarak adlandırılan girişim, halk nezdinde bir umut rüzgârı estirmişti. Devlet, terör örgütü PKK ile masaya oturarak, kan dökmeden bir çıkış yolu bulmanın yollarını arıyordu. O dönemde İmralı ile yapılan müzakereler, toplumda hem büyük bir beklenti hem de derin bir endişe yarattı. Kimi bu süreci, Balkanlarda Osmanlı'nın son dönemdeki tavizlerini anımsatan bir zaaf olarak gördü; kimiyse barış için elzem bir adım olarak selamladı.
Ne var ki, sürecin akıbeti, sahnelenen umut oyununu gölgede bırakan bir karanlıkla sonlanıverdi. Terör örgütü, silah bırakma vaadini yerine getirmek bir yana, şehir yapılanmalarını güçlendirdi. Barış için çıkılan yolda, istismar ve fırsatçılık örnekleri süreci adeta baltaladı.
ESKİ DEFTERLER YENİDEN Mİ AÇILIYOR?
Son dönemde gündeme gelen İmralı görüşmeleri, geçmişteki çözüm sürecinin yankılarını bir kez daha gün yüzüne çıkardı. Ancak bu kez söylemler, daha karmaşık bir zemin üzerine oturmuş durumda. Bir zamanlar her grup toplantısında "terörle mücadelede tavizsiz" bir duruş sergileme çağrısı yapan Milliyetçi hareket liderinden, İmralı heyetini ayakta karşıladığı günlere dönüyoruz.
Cumhurbaşkanının uzun dönem siyasi angajmanı ve hayatındaki en kritik seçiminin mottosu olan “terörle müzakere olmaz” sözü tamamen unutularak, çözüm süreci döneminde atılan adımları savunan bir pozisyona geçiliyor.
Hatta hatırlayalım Endonezya'da düzenlenen G20 Liderler Zirvesi sonrası uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken 6'lı masaya ve Meral Akşener’e telmihle şu cümleler kurulmuştu; “Şu anda bunlar PKK'nın parlamentodaki uzantısıyla zaten beraber hareket etmiyorlar mı? Beraber hareket ediyorlar. Kaldı ki bunların şu anda kendi içinde zaten terör söylemlerini ifade eden kişiler yok mu? Var. Nitekim şimdi bunlardan bazılarıyla ilgili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına yönelik parlamentoda çalışmalar da devam ediyor.”
“Bunları zaten biliyoruz, bu kritik bir süreç” sözleriyle her yapılanın hikmetine vakıf olanlar kadar ikna olmayanlar adına bu yazıyı yazıyorum. Sizlerin bilip bizlerin bilemeyeceği ne olabilir ayrıca?
Elbette bizler Türkiye siyasetinin ansızın çark etmeleri içinde büyümüş serpilmişiz ve yaşıyoruz. Bu ani dönüşler zaten ülkenin politika jargonu artık; malumumuz.
“Binali mi Sisi mi?” sözleri “kardeşim Sisi”ye döner, “Taviz asla vermeyeceğiz”ler “birlikte bu sorunu aşabiliriz”e döner. Fakat konu bu kadar basit ve yalın mı? Her türlü zıtlığı kaldıracak bir zemin miydi bu terörü bitirme konusu? 20 yıldır olmayan ne olacak? Ortada bir plansızlık, sürecin içinde tamamen bulunurken akla hayale getirilmeyen isimler olması, baştan sona bir samimiyetsizlik hissedilmesi bizlerin suçu mu? Bu kadar büyük bir politik atraksiyonun daha mesnetli ilerletilmesini bu halk hak etmiyor mu mesela? Bunca şehidin, bu ülkenin ulu emelleri için toprağa düşmüş vatan evlatlarının aileleri nerede bu süreçte? Kimsenin onlara misafir olduğu var mı?
Bizim tarihimiz bu denemelerle tıka basa doludur. Celali İsyanları dahi bugünkü terör meselesiyle tarihî bir paralellik sunuyor aslında. Osmanlı 16. ve 17. yüzyıllarda merkezi otoritesine meydan okuyan Celali gruplarına karşı mücadele etti ve bu gruplar, çoğunlukla sosyoekonomik adaletsizliklerden besleniyordu. Osmanlı, bir yandan askeri güç kullanarak bu isyanları bastırmaya çalışırken, diğer yandan da bölgesel liderlerle müzakere ederek barışı sağlamaya çalıştı. Ancak uzun vadede, kalıcı bir düzen sağlanamaması, merkezi otoritenin yıpranmasına neden oldu…
Günümüzde de terörle mücadelede benzer bir dilemma yaşanıyor. Silahlı mücadelenin yanı sıra, denenmiş bir çözüm arayışı yeniden sahnede… Keşke hep yanılsak ve umulan olsa… Olmuyor, olamıyor…
Kolombiya'da ise FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ile yapılan barış görüşmeleri, farklı bir tablo ortaya koydu. Uzun yıllar süren müzakerelerin ardından 2016 yılında varılan barış anlaşması, ülkeyi nispeten sakinleştirdi. Ancak bu başarı, tarafların samimiyetine ve halkın desteğine bağlıydı. Bu tür örnekler, terörle mücadelede yalnızca masaya oturmanın değil, aynı zamanda süreci dikkatle ve zamana yayarak yönetmenin önemini gösteriyor. Sürece her bileşeni katmanın ve süreç esnasında sözlere sadakatin önemini… Karşılıklı güven inşası ve siyasi reformlar kritik bir rol oynar ancak bizim müzmin bir güvensizliğimiz var, geçmişte yaşadıklarımız da bunun en bariz delili…
Farc örneğinin Türkiye'deki terör sorununa birebir uygulanabilirliği kıyas-ı maal farık olabilir. PKK gibi örgütlerin ideolojik hedefleri ve yöntemleri, uluslararası örneklerden çok farklı, ancak sürecin ne kadar uzun sürdüğü ve nasıl sürdüğü bir örnek teşkil etmeli.
Bu süreçlerin doğası gereği, nüanslarla örülü bir satranç oyunu gibi olduğu aşikâr. Ancak her hamlenin, bir seçim yatırımı ya da kısa vadeli çıkar uğruna oynandığına dair bir his, oyunun sonucunu baştan belirliyor gibi.
Barışın sembolü olan zeytin dalı, eğer politik bir hesaplaşmanın figürü haline gelirse, yalnızca kuru bir dal olarak elde kalır. Toplum, geçmişte gördüğü ihanet tabloları nedeniyle, bu defa hangi taşın altından ne çıkacağını merak ediyor. Bu noktada, güven inşa etmek için sadece söz değil, somut adımlar ve samimi bir strateji gerekiyor. Aksi takdirde, zeytin dallarını ateşe atanların hikâyesi, tarihin bir başka sayfasına daha kara bir leke olarak kazınabilir.