Kültür, sanat, hususen müzikle ilgili yazılar yazmayı çok severim çünkü müziğin her türüne ayrı bir ilgim vardır. Neredeyse kendimi bildim bileli…
Musikişinas bir ailede büyüdüm. Babam işten arta kalan zamanlarda koro çalışmalarına giden, Kubbealtı Musiki Cemiyeti’nde nazariyat dersleri alan ve evde devamlı ud çalmaya çalışan bir isimdi. Amcam da konservatuar öğrencisiydi ve çok iyi bir saz üstadıydı.
Babamın ud meşkleri aldığı isim Hüseyin Cahit Gözkan’dı. Hayatıma ve hayatımıza en derin izler bırakmış bu Sufi kişilik, dönemin hatta asrın en büyük ud üstatlarından birisiydi. Kendisiyle musiki cemiyeti vasıtasıyla başlayan tanışıklığımız aynı zamanda büyük bir hukuka dönüştü ve biz zamanımızın büyük bölümünü Çiftehavuzlar’daki köşkünde, o büyük sanatçıların yanı başında geçirir olduk.
Sabah kahvaltıdan sonra başlayan ve gece yarısına kadar süren bu meşklerde kimler yoktu ki? Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Ercüment Batanay, Yusuf Ömürlü, Nevzat Atlığ, Tanburi Lahika Hanım, Ünal Ensari, İnci Çayırlı… Daha aklımıza gelmeyecek ve zamanın en önemli musiki üstatları…
Saatler süren ve en değerli eserlerin terennüm edildiği bu toplantılarda, müziğe es verildiği anda Cahit Gözkan’ın anlattığı menkıbeler hem biz çocukların hem de orada bulunan herkesin hayranlıkla dinlediği söylencelerdi. Bazen kendi tasavvuf öğrenciliğinin anekdotları, bazen hayata, Osmanlı’ya, batılılaşmaya dair notlar, bazen büyük bir cam tüccarı olmanın getirisi olan hayat tecrübeleri, bazen de sahih bir Müslüman olmanın yaratmış olduğu bilinçle anlattığı dini mefkureler…
Bu şanslı iklimi kenarından kıyısından görebilmiş son nesle aitim elbette. İnceliğin ve letafetin her türlüsüyle, bir İstanbul edebiyle başkaca nasıl hemhal olabilirdik ki? Bayram sabahı küçükten büyüğe doğru sıraya girerek bayramlaşmanın ve hediyeleşmenin o büyülü anları, her zaman karşısındaki ve ruhunu ön plana alan o zarif fedakarlıklar, yumuşak bir ses tonuyla teşekkür etmeler ve her türlü hami edinebileceği halde hep işlerini kendi kendine yapmanın, emir vermek istememenin o büyük inceliği… İşte büyük bir musiki insanı olmanın yanında büyük bir ahlakı ve dindarlığı sanatla bütünleştirmek… O ancak onun gibi büyük bir ruha, Cahit Gözkan’a aitti. Din ve sanatın o eşsiz birleşimi kendisinde müteşekkildi. O benim için bir rol modeldi.
Orta okulun sonlarına geldiğimde babam kendisinden ud dersleri almamı rica etti. Ben de seve seve kabul ettim; acaba kendisi de kabul edebilecek miydi? Zira yaşı 90’lara gelmiş, yaşlanmış fakat zamana direnerek kendisini diri tutmuş birisiydi Hoca.
O da ricamızı kırmadı ve kendisiyle uzun seneler sürecek teşrik-i mesaim de böyle başladı. Her hafta sonu sırtımda udumla Çiftehavuzlar’ın yolunu tutmaya başladım. Hafız Mükerrem Akıncı gibi bir üstadın öğrencisi olmanın yanında, büyük bir antika koleksiyoncusunun, bir edebi şahsiyetin, Niyaz-i Mısri divanının neredeyse tamamına hâkim bir zihnin yanına gidiyordum.
Bizler divan edebiyatına lise müfredatında rastlamış, hiç anlamamış, gülüp geçmiş hatta çoğu zaman alay konusu yapmış bir nesildik. Şimdi de bir şey değiştiği söylenemez. Ancak kendisinin usul usul okuduğu ve tamamen haleti ruhiyeye denk düşen beyitlerle bir süre sonra bu edebiyata olan ilgimi de arttırdı. Hususen Ziya Paşa. Terkib-i Bent, Terci-i Bent seve seve ezberlediğim beyitler olmuştu.
“Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı.”
(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı)
“Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı”
(Güçsüz olanın en belirgin hakkı saklı tutulur, himaye görenleri her yerde korumak yeni çıktı)
Gibi bugün dahi güncelliğini korumak bir yana, tamamen zamanın kendisiyle birebir eşleşen beyitleri okuyarak, gücü eline geçirenin belirli çukurlara düşmeden ilerleyebilmesinin mümkün olmadığını çoktan anlamıştım.
Dinin kendisini güzelleştirdiği bir insan olarak tam bir rol modeldi. Reformist yanları, yeri geldiğinde de belirli ilkelerden asla ödün vermeyen yapısı, siyasetten bile isteye uzak duruşu ve hayatını, ilişkilerini hiçbir menfaatin yerleşemediği sanat ekseninde geliştirmesi ibretlikti. Şu sözünü el an daha anlamlı buluyorum “Kızım. Mızrabı uda vurduğum an bu tüm salon aynı yerde cemederiz. Siyasette kimse kimseyi Allah rızası için sevmez. Birbirini bu saiklerle sevmeyen insanlar da toplansa ne olur toplanmasa ne olur.”
Bu insanlar hayatımızdan teker teker gittiler. Vefatının 25. Senesi olan bu ayda benim gibi hayatına derin izler bıraktığı bir sürü insan adına bu anma yazısını yazmak istedim. İlk oğluma adı olan Cahit ismini verdim. Bestesi olan Neva saz semaisi o kadar latifti ki kızıma da Neva adını verdim.
Okuma, yazma becerisi, müziğin her türünün sonsuz iklimi, yemeden içmeden keyf alma bir gurmelik hassasiyeti, eski İstanbul’un letafeti, Osmanlıca, Hüsn-ü hatlar, Divan Edebiyatı, Fransız Edebiyatı ve daha niceleri… Kendisi sayesinde ilgimi çeken nice zevkler oldu. Minnetimi anlatmama kelimeler yetersiz kalır.
En büyük üzüntüm böyle çınarlar altında dinlenemeyen bir gençliğin oluşudur. Her duygunun alaya alındığı, argo kelimelerin gündelik leksikon olduğu, derinliğe ve derin düşünmeye dair hiçbir beceri edinememiş bir gençlik. Son hatıraları olan birisi olarak ben de hocam Cahit Gözkan’ı anlatmak istedim.
Hasan Saltık sayesinde, Kalan müzik etiketiyle “UD” albümünde iki taksimi neşredilmişti. Bu vesileyle de Hasan Saltık’ı da yaptığı büyük hizmetin namına bir kere hayırlarla analım.
Hocam Cahit Gözkan’ı anlatmak mümkün değil. Yeltenmek bile şunca zaman süren yazarlık serüvenimde yeni göze aldığım bir şey oldu.
Ahlak, Allah’tan korkma, haya ve edep nedir? Neyse ki öğrenmişiz kendisinden. Yaşadıkça anlatmaya devam edeceğiz ricası üzerine. Zira kendisinin de sıklıkla okuduğu gibi;
“Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı.”
(Her ne kadar doğruyu söyleyenler de önceleri nefretle karşılanmışsa da ancak hainlere uyma yeni çıktı)