Rahmetli bir büyüğümün anlattığı çok naif bir hikâye vardı. Bu hikâye sayesinde “çıkar ağzından baklayı” deyimin de içeriğinin ne olduğunu öğrenmiştim.
Osmanlı devrinde bir şeyh ve dervişi İstanbul’un güzide bir semtinde yaşarlar. Gündüz ibadetleri, gece sohbetleri, dünyanın hali, kendi hayat tarzlarında bir yaşamı sürdürürler.
Lakin dervişin bir kusuru vardır ki o da çok “küfürbaz” olmasıdır. Neye kızsa, neye darılsa, neyi beğenmese ağzını açar açmaz cümlesine küfürle başlarmış. Şeyhi ne kadar söylese de uyarsa da telkin de yapsa bu soruna bir çare bulamamışlar. Derviş ne vakit bir haksızlık görse küfreder, kadının karşısına çıksa da dayak da yese, herkes kınasa da bu huyundan vazgeçemezmiş.
Şeyhi dervişine o kadar üzülmüş ki gece boyunca bir çare düşünmüş ve güne bulduğu çareyle uyanmış. Dervişini yanına çağırmış ve ağzına kocaman, kuru bir bakla tanesi koymuş. “Evladım. Her küfredeceğinde bu bakla ağzında oynayacak ve sen de küfretmeyeceksin. Ne zaman ki kötü söz söylemeyi bırakırsın, bu bakla da ağızdan o zaman çıkar, bunu bilesin.” demiş.
Günler günleri kovalamış, dervişin ağzında kocaman bir bakla, şeyhiyle hayatına devam etmiş. Ta ki bir Cuma selamına çıkana kadar…
Yolda yürüdükleri esnada cumbadan dışarı sarkan bir bayan ikisine seslenmiş “Zat-ı muhteremler. Bir bakar mısınız?”
Tabii şeyh, Cuma selamı geleneği olarak bu güzel konaktan ufak bir hediye geleceğini sanmış. Oysa kadıncağız cumbadan görünüp, görünüp kayboluyormuş. Zaman geçmiş, 1 saat olmuş neredeyse…
Şeyh dayanamamış ve bu kadar bekletilmenin sebebini kadını cumbada gördüğü an sormuş. “Ey hanımefendi, bizi neden bekletirsin?”
Kadın söylemiş; “Kuluçkadaki tavuk yumurtalarını şeyhin kovuğuna gösterirsen, civcivlerin tepeli çıkar dediler. O yüzden tek tek yumurtaları kovuğunuza gösteriyordum.”
Şeyh öyle sinirlenmiş, öyle sinirlenmiş ki dervişine dönmüş ve “çıkar ağzından baklayı” demiş, derviş de baklayı çıkarmasıyla gerekeni yapmış…
Bu kıssadan mülhem hikâye budur...
Herkesin ağzında bir bakla gizli.
Sahi bizde de artık baklalar teker teker ağızdan çıkıyor. Bugün MHP lideri, Öcalan'ın terörü durdurmak adına parlamentoda hitap etmesi önerisini yineledi. Bu fikir ilk olarak Ekim ayı sonlarında ortaya atılmıştı ve Türkiye'nin Kürt sorununu ele almak için olası bir barış sürecinin başlatılacağı düşüncesiyle kimilerinde de heyecan yaratmıştı.
İktidar da müttefikinin girişimini destekleyerek, bu yaklaşımı "kardeşliği pekiştirmek için tarihi bir fırsat" olarak nitelemiş ancak Dem Parti ihtiyatlı bir iyimserlik üzerinde kalmayı tercih etmişti.
Bu ne yaman çelişki anne…
Bir yandan asla ağza alınmayacağını düşüneceğimiz isimlerle çözüm süreci başlatacak olmanın teklifi, diğer yandan halkın iradesiyle seçilmiş belediye başkanlarını görevden almanın dayanılmaz hafifliği…
Biliyoruz ki 1 Mart seçimlerinden sonra kaybedilen hegemonya ve politik üstünlüğün yeniden kazanılması için tüm tuşlara basılıyor. Aslında en çok kendi iktidarının geleceği için planlanan “yeniden çözüm süreci” aracılığıyla hem ekonomik başarısızlığın Cumhur İttifakında yarattığı hayal kırıklıklarını giderme hem de Cumhurbaşkanının yenilenen dönemlerde de seçilebilme ihtimalleri üzerinde çalışılıyor.
Ki “Ah şu bakla ağızdan çıkaydı” dememize kalmadan bugün itibarıyla yeli gelenin seli de geldi… Yoksa bu grup toplantısında dilek şart kipleri havada uçuşur muydu?
“Eğer terör hayatımızdan atılırsa, eğer enflasyon canavarına kesin bir darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarının zirvesine çıkarsa Cumhurbaşkanımızın bir defa daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir?”
Atılırsa, indirilirse, çıkarsa…sa…sa…
Sanki aksi tüm vaziyetler başka bir zaman diliminde olmuş, terör 22 yıl sonunda bitmemiş, enflasyon canavar düzeyine gelmemiş, siyasi ve ekonomik istikrar yerlerde gezmemiş gibi bu başarı sağlanırsa neden bir kere daha seçilmesin…
Öyle ya Anayasa dediğimiz yeri geldiğinde elimizde buruşturup attığımız bir kâğıt parçası, sadece bir tarafın gönlünü eyleyen bir metin, sadece muktedir olmanın teminatı değil mi canımız ülkemizde…
İşte bu durumda herkes baklayı ağzından çıkarıyor. Kimisi önce bir girizgahla, büyük hamlelerle, “asla yapmaz, söylemez, söyleyemez” dediklerimizle konuya giriyor, sonra sadede geliyor.
Bizler de derviş gibi çıkartıyoruz ağzımızdan baklayı. İçimize içimize söyleniyoruz…
Bildiğimiz de bir tek şey var; gidilen yolun yol olmadığı…