Esat Arslan kitapları, yazıları, fikirleriyle küresel sistemin, özelde Türkiye’nin modern zamanlardaki sorunları üzerine kafa yoran bir entelektüel. Uluslararası ilişkilerden Modernite ve İslam çatışmasına, Türkiye siyasetinin geçmişinden bugününe uzanan geniş yelpazede önemli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Batı’da dinin kökten sorgulanışı sonuçta kitle ölçekli sekülerizmi doğurmuştu. Türkiye ise moderniteyle hemhal olduğu iki yüz elli yıldır böylesi bir radikal sekülerleşme yaşamamıştı. Sen de bu sorgulamalardan sonra dinden çıkmamışsın. Türkiye’de bugüne kadar yoğun bir biçimde süren ve seni de kuşatan bu İslami bağlılığı neyle açıklıyorsun?
Kemal Tahir Osmanlı’ya ‘kerim devlet’ adını veriyor. Osmanlı, kuruluşunda köylüye hizmet adına kuruldu. Bir hadis var: “bir kavmin efendisi o kavme hizmet edendir” diye… Kanuni zamanında saray şımardığı zaman bile saray eşrafı “bu devletin efendisi köylülerdir. Biz köylünün hizmetçisiyiz” diyorlar. Batı’da ise Orta çağ boyunca rahipler ve aristokratlar halkı sömürüyor. Nihayetinde modern dönemde Batı’da sınıf savaşları ve dinden uzaklaşma başlıyor. Fakat Osmanlı devletinin bu ideolojisi ve bu ideolojinin yarattığı kurumlar, örneğin köyde ve kasabada dini ve devleti temsil eden şeyh, alim, kadı’nın halkla ilişkisi ortalama Türkiye insanını devletini ve dinini çok seven bir toplum haline getiriyor. Bu sevgi insanların bilinçdışına kadar işliyor. Yakın zamanlara kadar bu ülkedeki şeyhlerin, alimlerin ve kadıların ahlakına ve dini bağlılığına baktığınızda, bu insanların modernliğe uzak olsalar da tarihten, tasavvuftan ve fıkıhtan gelen bir bilgeliği taşıdığını görebiliyorsunuz. Bu insanları Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki gibi ‘sahtekâr ve yobaz’ olarak kodlarsanız Türkiye’deki dindarlığı çok yanlış kavramış olursunuz.
Kalıp olarak İslamlaşmaya hazırdık diyorsun?
Evet. Ama sonrasında Batı emperyalizmi ve modernitesiyle karşı karşıya gelince geleneksel dinin bu çağa yanıt veremeyeceğini çok iyi anladı devlet eliti. Geleneksel fıkıhla, tasavvufla ve geleneksel İslam’la bu devlet ve bu toplum ayakta kalamazdı. 3. Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedit hareketinin özeti bu. Yüz elli yıllık git-gellerden sonra nihayetinde Mustafa Kemal “bu iş böyle olmayacak. Radikal bir dönüşüm gerçekleştirmemiz, modern bir devlet ve toplum kurmamız gerekiyor” dedi. Mustafa Kemal bence tezinde sonuna kadar haklıydı. Yani modern bir eğitim, modern demokratik bir cumhuriyet, modern bilime dayalı bir uygarlık kurmak zorundaydık. Ve geleneksel İslam bu çabada köstek oluyordu. Fakat yöntemde hata yapıldı. Halk İslam’ı ve onun temsilcileri ‘sahtekâr ve yobaz’ olarak kodlandı. Gelenekten gelen bilgeliğe nüfuz edilemedi, onunla diyalog kurulamadı. Ve orantısız şiddet uygulandı. Bu da daha baştan köydeki, kasabadaki dindar insanı modernleşme projesine düşman etti ve bu ülkede yüz yıl sürecek bir gelenek-modernizm savaşı başlattı. Sanıyorum Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşından sonra geleneksel dinle diyalog kurabilen ama modern bir uygarlık peşinde koşan Mehmet Akifleri, Kazım Karabekirleri, Rauf Orbayları, Bediüzzamanları vs. yanında tutabilmiş olabilseydi, belki daha yavaş dönüşürdük, fakat yüz yıl süren bu kavgayı yaşamak zorunda olmazdık. Ve reformlar çok daha kalıcı olurdu.
Ak parti İslamcılığı peki? Siyasette nasıl başarılı oldu?
Şerif Mardin’in deyimiyle gelenek-modernite kavgası çevre-merkez kavgasıydı. Yüz yıllık süreçte köyde ve kasabada yerleşik ve sözlü kültüre sahip çevre akın akın şehirlere göç etti ve üniversitede okumaya başladı. Ve geleneksel İslam’ı yazılı hale getirdi. Kendi iktisatçısını, sosyoloğunu, siyaset bilimcisini yarattı. 2001’e kadar da Türkiye İslamcılar hariç tüm siyasi kadroları denedi. Ve hepsi başarısız oldu. Siyasette kirlenmemiş bir tek gelenekçi, ya da İslamcı dediğimiz kesim kalmıştı. Bu kesim 28 Şubat Darbesinden sonra dini mirasla seküler siyaseti bir arada sürdürmeye izin verecek bir zihniyet dönüşümü geçirdi. Ve 2001’e gelene kadar enerjik kadrolarıyla meyhaneye, geneleve bile ziyaret düzenleyip sıradan insanlara “sizin problemlerinizi biz çözeceğiz” diyebildi. Yani bu grup o dönemde fakir halkla iç içeydi. Bu iki süreç muazzam bir dinamizm ve enerjinin ürünü.
Fakat şu da var. İslamcıların çok büyük azap dolu yıllardan gelmişliği de vardı.
Tabii ki. Bu acılar hep beraber 28 Şubat’a kadar yaşandı. Ve bu acılar İslamcıları bir arada tuttu. Kahramanlar yarattı. Aralarındaki idealizmi canlı tuttu. Bakın mesela Adnan Menderes… İdamı ciddi bir zulümdür. Fakat Menderes’in 1958-1960 arasında izlediği otoriter siyasetin hiçbir izahı ve meşruiyeti yok. Bugün Tayyip Erdoğan’ın otoriterliğinden şikâyet ediyoruz ya. Menderes de böyle. Fakat 60 ihtilalini yapanlar Menderes’i bir intikam duygusuyla idam edince düşmanlığı perçinliyor. 1970’lerden itibaren üniversiteye gitmeye çalışan başörtülü kadınlara işlenen zulüm… 28 Şubat bunun zirvesiydi. Bu zulümler hep düşmanlığı perçinledi. Asabiye duygularını canlı tuttu. Ama şu nokta çok önemli. Ben Mustafa Kemal’in ıstırabını hala yüreğimde hissederim. Bugün yaşıyor olduğumuz felaketi ve ne yapmamız gerektiğini düşündüğüm zaman da Mustafa Kemal ve etrafındaki ekibin 3. Selim’den itibaren, 1909’dan itibaren ülkenin yaşadığı felaketlerin nasıl bilincinde olduklarını ve nasıl hafakanlar yaşadıklarını, ülkeyi ayakta tutmak için nasıl fedakarlıklar yaptıklarını çok iyi bilirim. 1909’dan 1923’e kadar aralıksız olarak savaş meydanlarında ölümle burun buruna yaşamayı göze alacak kadar ülkesine aşıktı bu insanlar. Fakat daha yolun başında köydeki, kasabadaki halk, taşradaki geleneksel Müslüman modernleşme projesine küstürüldü. Fakat sanıyorum artık bu kavgayı bitirdik. 2008’den sonra bu ülkede yeni dinamikler harekete başladı. Ve sanıyorum bugün için gelenek-modernizm kavgası tarih öncemizde kaldı. Artık en gelenekçi Müslümanlar bile modern bir demokrasi, modern bir eğitim ve modern bir uygarlık ister hale geldi.
Neden 2008?
Çünkü 2008’de Kemalist devlet omurgası bir anlamda çöktü. İslamcılar iktidarı ellerine aldı. 27 Nisan başarısız olunca bu ülkenin egemeni artık İslamcılar oldu. Ve nihayetinde bugün itibariyle İslamcıların tarz-ı siyaseti de tümden iflas etti. Artık başka bir Türkiye’de yaşıyoruz.
İslamcılar sizce siyasette neden başarısız oldu?
Burada birbirinden bağımsız üç sebep görebiliyorum. Her şeyden önce bugün ayyuka çıkmış yolsuzluklar ve kadrolaşma… ki AK Parti bu yüzden cazibesini kendi seçmeninde bile tamamen yitirmiş durumda. Cemaat asabiyetiyle hala AK Parti’ye oy veren sokaktaki pek çok seçmen şu anda AK Parti elitinden bu sebeple nefret ediyor. Ve eli CHP’ye gitmediği için hala AK Parti’ye oy vermek zorunda kalıyor.
İkinci sebep?
Ekonomi… AK Parti’nin 2002’den itibaren işlettiği ekonomik siyaset kısa vadede ülkeye bolluk getiren fakat orta vadede ülkeyi krize sokacak bir büyüme modeliydi. Kısa vadede, yani 2002-2008 arasında rakamlar iyi gelince herkes rehavete girdi. Oysa bu dönemde dış borç stokumuzun milli gelire oranı sürekli yükseldiği halde, Türk lirasının dolara göre değeri sürekli yükseliyordu. Yani böyle devam ederse ülkenin ciddi bir ekonomik kriz yaşayacağı ortadaydı. Fakat buna karşı hiçbir önlem alınmadı. Ve 2013’ten sonra ülke kriz atmosferine girince, Tayyip Erdoğan iktidarını korumak adına bu krize karşı yanlış önlemler almaya devam etti ve bugünkü iç karartıcı duruma girdik.
Üçüncü sebep?
Jeopolitiktir. Arap Baharı başladığında Türkiye ve AK Parti kendini ABD egemenleriyle bir savaşın ortasında buldu. Fethullah Gülen’in 17 Aralık-15 Temmuz arasındaki darbe girişiminde de galiba temel etmen buydu. Yani yolsuzluk ya da basit bir iktidar kavgası falan değil de, Tayyip Erdoğan’ın ciddi yanlışları olan fakat ABD’ye karşı bağımsız hareket eden dış politikasıydı Fethullah Gülen’i Tayyip Erdoğan’la çatışmaya götüren…
Bu savaşın sonunda Tayyip Bey ayakta kaldı. Fakat bu sürecin içinde ideallerini, ahlakını ve ilkelerini değil de iktidarını öncelemeyi tercih etti. Ahlaki değerler yitince de bugünkü berbat hale düştük. Oysa Tayyip Bey’in 15 Temmuz’dan hemen sonra yakalanan ve tüm millete bir vahdet ve uyanış getiren Yenikapı ruhunu yaşatma şansı vardı. Tayyip Bey bu şansı kullanmadı.
Bugüne gelelim. Tüm bu anlattıklarından sonra sence siyaseten ne yapmalıyız? Nasıl bir demokrasi kurgumuz olmalı?
Önce AK Parti’nin bugünkü tarz-ı siyasetinin ne demokrasi ne de İslam açısından kabul edilebilir bir tarafı olmadığını çok iyi anlamamız gerekiyor. Siyasi iktidarın kamu olanaklarını kendi yandaşlarına peşkeş çekmesi, kendisine muhalefet eden herkesi ‘vatan haini’ ilan etmesi, medyayı, üniversiteleri baskı altında tutması, Tayyip Bey’in işaret ettiği kişinin anında gözaltına alınması, Varlık Fonu aracılığıyla ekonomiyi kontrol etmesi, keyfemayeşa kararlarını hiçbir kurumsal sorgulama olmadan ‘kanun hükmünde kararnamelerle uygulamaya dökmesi vs gerek demokrasinin gerekse de İslam’ın temel ilkelerine kökten aykırı. Tayyip Bey’i meşru lider olarak görebilirsiniz. Buna itiraz etmiyorum. Ama onun tarz-ı siyasetini meşru görürseniz gerek bu ülkenin gelecekteki felaketlerine gerekse de bu desteğin ahirette vebaline katlanmak zorunda kalırsınız. İkinci olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” çağrısını, Selahattin Demirtaş’ın “bu ülke hepimizin” çıkışını çok önemsiyorum. İslam kardeşliği de zaten böyle bir şey. Bu çağrıların içinin entelektüeller tarafından doldurulması lazım. Tarihimizden gelen kimlikler olarak Alevi-Sünni, Laik-İslamcı, Kürt-Türk hepimizin doğruları vardı. Hepimiz birbirimize yanlışlar da yaptık. Hepimizin kendi kimliğimizi dönüştürmek adına ciddi bir özeleştiri ve karşılıklı anlama sürecine girmesi elzem gibi duruyor.
Üçüncü olarak “oyumuzu verdik. Gerisini siyasetçiler yapsın. Biz işimize bakalım” diyebileceğimiz bir durumda değiliz. Yurttaşlık duygusu ve sorumluluğunun aktif olması gereken zor bir dönemden geçiyoruz. Gerek ekonomi, gerek eğitim, gerek kurumların ıslahı, gerekse de olası depremlere hazırlık adına siyaset kurumunun tek başına asla gerçekleştiremeyeceği dönüşümler var. Biz sokaktaki vatandaş olarak elimizi taşın altına koymazsak bu zorlukların altından kalkabileceğimizi düşünmüyorum. İslami cihadın özü de budur zaten. Yani yurttaş sorumluluğuyla fedakârlık yapmaktır cihadın özü…
Hepimizin bildiği üzere ülkemizde şu an ciddi bir deizm tartışması var. Sohbetimiz bağlamında sorayım: sence bugünkü deizm furyası AK Parti’nin birikmiş yanlışlarından mı doğuyor? Ve sence Müslümanlar bu çağda İslam’ı yaşatmak adına ne yapmalı?
Bu yedi yüz sayfalık bir doktora tezi konusu. Bir sosyolog gözüyle söyleyeyim: AK Parti’nin birikmiş yanlışları sadece yakın sebep. Derindeki neden bu olsaydı gençler İslam’ın AK Parti yorumunu bırakır, başka bir İslam yorumuna geçerlerdi. Fakat bu olmuyor. Gençler İslam’dan tümden çıkıyor. Bu dönüşümde iç içe geçen sayısız süreç ve neden var. Ben çok kısaca en derindeki nedeni söyleyeyim: Şu anda dünya ölçekli bir sosyolojik kırılma yaşıyoruz. Gelenekten moderniteye, köy toplumundan şehir toplumuna geçiş gibi ağır bir kırılma bu. Biz 40 yaş üstü kuşak ulus-devlet ve sanayi kapitalizminin son kuşağıydık. Şu anda 35 yaş altı kuşak küresel çağın ve bilgi-iletişim toplumunun ilk çocukları. Şu anda tüm dünyada her aile kendi küçük dünyasında bu ağır kırılmayı yaşıyor. Şu anda dünyanın en dindar ülkelerinden ABD’de de muazzam bir deizm dalgası var. Bizim tüm sosyoloji, felsefe, edebiyat ve ilahiyat birikimimiz geleneksel toplumdan modern topluma dönüş üzerine kuruluydu. Şimdi ise aynı ölçekte radikal bir kırılma var. Fakat ne entelektüeller ne de İslam düşünürleri olarak böylesi bir kırılmaya hazır değiliz. Biz İslam alemi olarak 19. Yüzyılda Batı’nın tokadını yediğimizde içinde yaşadığımız modern çağın ruhuna uygun gelecek şekilde Kuran’ı, Hazret-i Peygamber’in yaşamını ve İslam’ın temel ilkelerini tecdit etmiştik. Elmalılı’nın, Seyyid Kutup’un ve Muhammed Esed’in tefsirleri; Mevlana Şibli Numani ve Muhammed Hamidullah’ın siyer kitapları; Ali Şeriati’nin, Seyyid Hüseyin Nasr’ın ve Fazlurrahman’ın İslam yorumları bizim o günkü zihniyet seviyemize hitap edebiliyordu. Fakat onlar bu dönemde işlevsiz kaldılar. Kuran yorumunu, Hazret-i Muhammed’in yaşamını ve İslam’ın temel felsefesini yirmi birinci asır idrakine hitap eder bir tarzda dönüştürmediğimiz sürece İslam’ın kaybetmeye mahkum olduğunu söyleyebiliyorum.