Ey Muhammed! Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölüp gidecekler” Zümer- 30
Resulullah’ın vefatından sonra en yakın yoldaşları, vahye en çok muhatap olmuş iki dostu arasındaki vakıa, sevgiyi, bağlılığı, ölümü anlamlandırma adına ibretliktir. Vefat haberini alan Hz. Ömer mizacı gereği;
“Resulullah ölmemiştir ve sağdır. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim” derken,
Hz. Ebubekir, hem bu açıklamayı daha düzgün bir zemine taşımak hem de dostunun ve sevenlerinin acısını dindirmek adına en doğru cümleleri sarf etmiştir.
“Kim ki Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki, Muhammed ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa bilsin ki Allah Hayy’dır, ölümsüzdür.”
Bu tarihi vakıayı anlatmaktaki muradım insanların önemli gördükleri kişilere ve olaylara anlam yükleme eğilimlerinin bir yansımasıdır. Hz. Ömer’in o derin ve eşsiz sevgisi, mizacı gereği tepkisel davranmasına yol açar. Kendisiyle birlikte birçok sahabe de aklı ve kalbiyle bu ani kaybı kavramakta zorlanmıştır. Ancak Hz. Ebubekir’in metaneti ve Allah’ın kitabına sarılarak söylediği şu Ayet, hem Hz. Ömer’i hem de diğer sahabelerin silkinmesine vesile olmuştur.
“Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse, siz ökçelerinizin üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde gerisin geri dönerse, Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 144)
Bu ayet, Resulullah’ın da bir beşer olduğunu ve onun da diğer peygamberler gibi ölümle buluşacağını hatırlatırken, bu yokluğu anlamlandıramayan sahabeyi toparlamış, özellikle Hz. Ömer’in duygusal tepkisini şaşmaz bir gerçeklikle buluşturmuştur. İşte bu olay, insana derin bir ders verir: Sevgi ve bağlılık, gerçekliğin önüne -dünyanın en elim vefatında dahi- geçemez. İnsan bir beşerdir.
Elbette insan doğası gereği anlam arayışında olan bir varlıktır. Psikolog Viktor Frankl “insanın temel motivasyonu hayata dair bir anlam bulmaktır” der. Bu anlam arayışı, özellikle belirsizlik ve kaos dönemlerinde daha da belirginleşir, ancak çoğu zaman aşırı bağlılığa, devamında da kişilere kendilerinde olmayan anlamlardan fazla bir anlam yüklemeye dönüşür.
Malum bu düzenden en çok lider figürler nasibini alır ve özellikle otoriter yapıya sahip topluluklarda -zaman içerisinde- bu boşluğu doldurabilecek en güçlü unsur haline gelirler. Devamında da insanlar, kendi eksikliklerini ve hayal kırıklıklarını bir liderin şahsında gidermeye çalışır. Başarılarını kendi başarılarıymış gibi sahiplenir, başarısızlıklar da hatta uzun süren hatalar silsilesi dahi olabilir şeylerdir. Bu işin sonunda artık sahiplendiği lideri hakkında tek bir eleştiri duymaya tahammülü yoktur. Liderin varsıl süresi uzadıkça konu daha da patolojik bir hal alır.
Mezopotamya’dan günümüze kadar Doğu halkları doğası gereği liderlerini gökyüzüyle ilişkilendirme konusunda oldukça yaratıcı oldu. Bu eğilimin köklerini bulduğumuz yer tam olarak burasıdır; insanların güçlü lider figürlerini sadece yönetici olarak görmeleri değil aynı zamanda birer kurtarıcı ve rehber olarak da görme eğiliminde olmalarının tezahürüdür…
Sadece Orta Doğu toplumları değil Avrupa’sından Asya’sına tüm dünya tarihi liderlere aşırı anlam yüklemenin örnekleriyle ağzına kadar doludur. Antik Mısır’da firavunların tanrı-kral ilan edilmesi, Roma İmparatorluğu’nda imparatorların ilah olarak görülmesi ya da Orta Çağ’da kralların kutsal haklarla donatılması… Bilindiği üzere Firavunlar tanrılarla konuşurdu; Şahlar, Zerdüşt’ün kutsadığı bir soyun temsilcileriydi; Osmanlı padişahları ise Allah’ın yeryüzündeki gölgesiydi...
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken bu gelenekten kısmen kopulsa da lider kültü çok da uzağa gitmedi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında halkın büyük bir kısmı, “yeni bir halifenin” geleceğini sandı mesela; zira lidere olması gerekenden fazla anlam yükleme alışkanlığı o kadar köklüydü ki bir anda bırakılması imkânsızdı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Atatürk’ün “Naçiz vücudunun toprak olacağını” söylemesi dahi çok anlamlı ve toplumunun ruhunu okuyan bir cümleydi. Bahsettiği kurduğu sistemin devamına olan atıftı, kendisinin izinden gidenler (yaşıyor olsaydı kendisinin dahi anlamlandıramayacağı) bir sevgi aşırılığına gittiler.
Oysa en başa dönersek arkadaşlarına hitaben “eğer ben doğru yoldan ve doğruluktan saparsam beni neyle düzeltirsiniz?” diye soran bir Hz. Ömer “seni kılıcımızla düzeltiriz Ey Ömer” cevabını alır.
Şimdi ise bizim ve yakın coğrafyaların lider kültü, toplumların bireysel sorumluluklarını unuttuğu, tüm yükü bir kişiye yıktığı bir düzeni temsil ediyor. Bir taraf sevgiden gözlerini kör etmiş, karşı taraf da yeni bir toplumsal uyanış yaratmak yerine torbadan devamlı kendi lider kültünü çekiyor ve önlerine koyuyor.
Oysa liderler değişir; baki olan halkın eleştirel bir güç, bir bakış açısı elde etmesi değil midir? Bu aslında en çok liderin ihtiyacı olan duygudur; onu uyaran, gerçeği gösteren, beşer olduğunu hatırlatacak sahih yakınlarının olması, halkın neyden rahatsız olduğunu anlaması, sadece sevenlerine mahsus bir ferahlık değil, adaletle tüm bireylerin eşit şekilde sevildiği, sayıldığı bir dünya düzenini kurması…
Bunların temin edilemediği yerde lider olmanın sadece bu dünya için faydası olabilir. Diğer tarafı bilemeyiz.