Hemen her sinefilin (kendisinin hayranı olmasa da) kalbinde ayrı bir yeri olan ve hakkını teslim ettiği bir yönetmendir Lynch. Ve bu büyük yönetmen artık aramızda yok.
David Lynch hem gerçek olayları hem de başka bir insana ait kurgusal dünyayı sinemasına uyarlama konusunda tutkulu bir yönetmendi. Bu tutkusu ona her ne kadar kötü deneyimler de yaşattıysa da Hollywood’da ve dünya çapında bir marka haline gelmesi büyük düşüşlerin ardından sıçramasıyla oldu diyebiliriz.
“Bir karar hakkında bir anda güçlü hislere sahip olmanız, sonsuza dek buna bağlı kalmanız gerektiği anlamına gelmez.”
David Lynch sineması, bir rüyanın içinde uyanık kalabilme cesaretini taşıyan izleyicilere hitap eder. Onun filmleri bir aynadır fakat bu ayna, gerçeği yansıtan sıradan bir yüzey değildir. Bize unuttuğumuz, bastırdığımız ya da görmek istemediğimiz yanlarımızı, bazen fantastik bir masalın içine gizleyerek, bazen de bir karabasanın tam ortasında gösterir. Lynch, sinema dünyasına “Eraserhead” gibi hem biçim hem de içerik açısından cesur bir filmle giriş yaparken, aslında tüm kariyerinin bir özetini de bu ilk eseriyle sunar.
Lynch’in sinema yolculuğu sancılı bir doğum gibi başlamıştır. “Eraserhead” gerek yaratım sürecinde gerek izleyiciye ulaşmasında birçok engelle karşılaşmıştı. Beş yıl süren bu zorlu süreçte Lynch, belki de yönetmenlik hayatının en zor günlerini geçirdi. Tutkulu ve kendisine inanan bir vizyonerin desteğiyle uzun süre vizyonda tutulan film, gitgide kendisini izleyiciye açtı. Sonuç olarak sinema tarihine bir damga olarak kazınan, zamanın ötesinde bir film zuhura geldi…
“Eraserhead” Lynch’in zihninin derinliklerinden bir parça sunar: boğucu bir atmosfer, mekanik arka plan, insan doğasına dair karanlık ve grotesk imgeler... Bu filmde sadece görüntü değil sesler de sinemasının başrolündedir. Henüz ilk filminde kullandığı, bebek ağlamalarını andıran gergin ses efektleri, onun film müziklerinde ve ses tasarımında ne denli detaycı olduğunu gösterecektir... Eraserhead bu yüzden Lynch’in belki de en saf filmidir. Zira filmde bir stüdyonun müdahalesi yoktur, gişe beklentileri yoktur; yalnızca Lynch ve onun hayal gücünün derinlikleri vardır.
Filmleri ardışık olarak takip edildiğinde “The Elephant Man”, Eraserhead’den sonra gelen ilk büyük yapımdır ve bu filmle Lynch artık Hollywood’un radarına girmiştir. The Elephant Man, insan ruhunun deformasyonuna dair dokunaklı bir hikâye anlatırken, Lynch’in rüya ile gerçek arasındaki o ince çizgide gezinme becerisini de ortaya koyduğu filmi olur. John Hurt’un canlandırdığı Joseph Merrick’in acı dolu yaşamı, Lynch’in elinde hem dramatik hem de şiirsel bir anlatıya dönüşür.
Bu anlamda Lynch’in tam anlamıyla bir Hollywood yönetmeni haline getirme çabası “Dune” ile karşılığını bulur. Frank Herbert’ın devasa bilimkurgu destanı, Lynch için bir sınav olur. Büyük bütçe, büyük bir stüdyo, büyük beklentiler... Fakat Lynch, Dune ile özünden, köklerinden, sinemaya başlarken ki kurallarından uzaklaştırılmak istenen bir sanatçının içsel çatışmasını yaşamaya başlamıştır bile. Lynch’in bu dilemması izleyiciyi de adeta tam ortadan ikiye ayırır. Bir grup filmin başarısız bir deneme olduğunu düşünürken, diğer grup Lynch’in görsel dehasını takdire şayan bulur. Ancak kesin olan tek şey vardır, o da Dune, Lynch için bir öğrenim süreci olmuştur. Büyük sistemin içinde, kendi sesini ve yolculuğunu kaybetmeden var olmanın zorluğunu deneyimlemiştir.
Bu zorlu sınavın ardından gelen Blue Velvet, Lynch’in sinema dünyasına adeta yeniden meydan okuduğu bir yapımdır. Film küçük kasaba nostaljisi ile karanlık sırların birleşimini sunarak Lynch’in en karakterize eserlerinden biri haline gelir. Bobby Vinton’un ikonik şarkısı “Blue Velvet” filmin haleti ruhiyesini birebir karşılayan melodidir. Şarkı masumiyetin arkasındaki karanlığı tamamen hissettirir. Pastoral kasaba hayatının “görünenden daha fazlasını içermesi” izleyiciyi gerçeklerden irrite olmuş bir bireye dönüştürür.
Lynch’in ustalık eseri, kuşkusuz ki benim için de en mühim olan filmi Mulholland Drive’dır. Film Hollywood rüyasının bir otopsisi gibidir. Artık Lynch için intikam zamanıdır. Sinema endüstrisinin görünen ve göz alan cazibesini parçalayarak altındaki toksik yapıyı ortaya çıkarır.
Filmin unutulmaz müziklerinden biri olan Angelo Badalamenti’nin bestesi, izleyiciyi film boyunca süren hipnotik bir gerilime sürükler. Badalamenti ve Lynch’in iş birliği, sinema tarihinin en uyumlu yönetmen-besteci ortaklıklarından biri olarak kabul edilir. Belki de Karaindrou- Angelopoulos ya da Coppola, Fellini- Nino Rota eşleşmesi gibi bir besteci yönetmen iş birliğidir.
Filmde Naomi Watts’ın performansı, Lynch’in anlatısının duygusal yoğunluğunu taşıyan bir mihenk taşıdır. Artık rüya ile gerçek arasındaki sınırlar tamamen flulaşmıştır ve izleyici labirent benzeri bir hikâyenin içinde hapsolmuştur.
Mulholland Drive Lynch’in en anlaşılması zor filmlerinden biri olarak görülür ve vefatının ardından filmi anlamadığını söyleyen bayağı bir twit de okumuştum. Oysa film onun yönetmenliğinin en dürüst anlatılarından birisini gerçekleştirir. Çünkü burada Lynch, yalnızca sinema yapmaz, sinemanın kendisiyle de konuşur. Kimsenin etkisi altında kalmadan anlatmak istediklerine odaklanır.
Onun yarattığı dünya, birçok yönetmene ilham vermiştir. Christopher Nolan, Denis Villeneuve ve Guillermo del Toro gibi isimler, Lynch’in sinema dilinden derin etkiler alan yönetmenler. Özellikle Villeneuve’ün “Arrival” ve “Blade Runner 2049” gibi filmlerinde, Lynch’in atmosfer yaratma becerisinin izlerini ayan beyan görürüz.
Artık o yok. Modern sinemanın büyük bir kısmı tarihe gömülecek şüphesiz. Zira Lynch sadece bir yönetmen değil; sinemanın başka bir yöne evrilmesini sağlayan bir yol göstericiydi. Boşluğunun dolması mümkün değil.