2013-2015 yılları arası Türkiye’nin çözüm süreci yıllarıydı. Akil İnsanlar Komisyonu’nun kurulması, Diyarbakır’daki Nevroz kutlamaları sırasında Öcalan’ın mektubunun okunması, Kürt sorununa ilişkin algıları ulusal güvenlik sorunundan hak ve özgürlükler eksenine kaydırma girişimleriydi. Başlarda -özellikle Kürtler için- pozitif bir süreç olarak devam edeceği düşünüldüyse de AKP demokratik reformlar için somut adımlar atamadı. Zira beklediği hamlelerin karşılığı istediği düzeyde değildi. Bu sebeple sürecin hukukun kapsamı dışında ele alındığı düşünüldü, eleştirilerin ardı arkası kesilmiyordu. Süreç zamanla, iktidarın sabitleştirilmesi ve varsıl gücünü daha da tahkim ediyor hale gelebilmesi için bir araçsallaştırma haline geldi. Çözüm süreci başarısız bir girişim olarak nihayetlenirken, AKP hegemonyasını daha da arttırarak ayrıldı.
Sonuç itibariyle de ülkenin demokratik işleyişi, demokrasinin mahiyeti, sivil siyaset ve ekonomi olumsuz etkilendi. Devlet içindeki yapısal gruplaşmaların kendi alanlarını tasarladıkları arena açıldı ve Türkiye dış politikada bir irtifa kaybetti.
Takip eden yıllar sonra gelen ve 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi sonrası iktidar, bu süreçten başka türlü bir ders aldı ve kendi cenahında da muhalefette de otoritesine rakip olanları tasfiye edebilmek için bolca hareket alanı belirledi.
Zaten Kürt bloğuyla işleri umduğu gibi gitmemişti ve yaşanan onca şey, ödenen onca bedelden gereken fayda sağlanamamıştı. Bu kızgınlık ve gereklilik -haliyle- tüm siyasi ibresini sağa ve milliyetçiliğe doğru kaydırdı. Diğer tarafta da PKK ile artan gerginlikler, örgütün hiçbir şekilde silah bırakmaya gönüllü olmayan tavrı çatışmadan usanan Kürt seçmenini de AKP’ye çekti.
HDP merkezde olmak üzere uydularında belirmiş siyasi oluşumlar ve sol koalisyon Kasım 2015’ten beri Türkiye’nin siyasi ortamında izole edildi. Kapatma davaları, kayyumlar, Demirtaş’ın sonsuzluk ve bir gün kadar uzun sürmüş hukuk serüveni ve hala daha içerde oluşu…. Tüm bu zorlu alana rağmen HDP bir kraliçe arı edasıyla kovanlarına sahip çıktı ve sadece birkaç sandalye kaybıyla mecliste yerini korumaya devam etti.
Yapısal ve ekonomik karşı rüzgarlara rağmen iktidarın yarattığı bu win win siyaset, siyasi rakiplerinin aralarındaki ayrılıkları aşarak, kendisine karşı geniş ve heterojen bir cephe oluşturmasına rağmen başarılı oldu. Kürtler makus talihleriyle bir yanda kaldı, iktidar diğer yanda. Makas açıldı. Hem zaten Orta Doğu da kötüydü…
Eni konu bu siyasal türbülans içerisinde çözümün daha da beter bir çözümsüzlüğe evrilmesi büyük bir “aldatıldık” masalı daha eklemişti iktidarın heybesine. Milliyetçi ve sağcı eksenin gitgide kavileşen derinliğinde, önüne sunulan tüm seçeneklere “iktidarın vardır bildiği” hikmetinde cebelleşen bir seçmen prototipi kaldı. İktidar Kürtlerle ortak bir dil oluşturmaya çabalarken “ne kadar da kardeşçe” derken, işler rayında gitmediğinde, aksi durumda “beter olsunlar” diyebiliyordu. İşler somut adımlarla değil, seçmeni inandırma, her şekilde oylarını alma branşlarıyla yürüyordu.
Günlerden bir gün idi… Aniden…
Devlet Bahçeli’nin DEM Partisi yöneticileriyle el sıkışması, yeni bir çözüm sürecine doğru olası bir değişime işaret ediyor gibi oldu. “Hadi canım abartma” diyenlerimiz daha çok oldu… Kendilerine hakaretten hakaret beğenen Bahçeli, güle oynaya Mecliste Dem Partililerin ellerini sıkıyordu, “olur böyle şeyler” diyerek sevgi dolu ağabey edasıyla eski öfke nöbetlerinin vitesini boşa çekiyordu. Kendisi hariç herkes duruma şaşmadaydı…
Elbet çark etmelere alışkındık, Türkiye’ydi sonuçta burası… Fakat böylesi, olur muydu, olacak mıydı? Olacaktıysa bunca insan neden şehit olmuştu, bayraklara sarılı tabutları neden bırakmıştık öğütücü toprağa. Aybüke mesela, neden artık şarkı söylemiyordu? Kafamızda deli sorularla kalmış mıydık?
Durun daha bitmedi, hayallerinizi zorlayın!
Bir zamanlar Öcalan idamının kararlı bir savunucusu olan Bahçeli, Öcalan’ın “umut hakkını” kullanarak PKK’yı silah bırakmaya çağırabileceğini öne sürerek bir de hepimizi ters köşeye yatırmadı mı?
Öncelikle ve ez cümle…
Bu şaşkınlığı ülkece hak etmediğimizi düşünüyorum. Her şeyden habersiz oluşumuzu, ani sapmalara uyumlanmak zorunda kalışımızı haketmiyoruz. Senelerdir idamı için her grup toplantısında nefesini heba eden bir liderin, bir terör örgütü liderini Meclis kürsüsüne davet ediyor olmasını allame akil insanımızı getirsek inandıramazsınız. Bu ters köşe, trollerin “büyük adamsın, oyunu belirledin” sözleriyle boyanarak önümüze getirilmesiyle kabullenebilecek bir konu değildir.
Kimseye danışmadan, liyakatsiz yapılan atamalara, terfilere, devlet yönetiminde ana paradigma olan “ben yaptım, oldu”lara benzemez bu iş… Bir liderin hayatı boyunca duruşunun tam tersi bir istikamette konumlanması ve İktidarın da kendisine koşulsuz destek vereceğini söylemesi böyle ansızın olacak, dayatılacak işler değildir. Arkasında önünde ne vardır, bir kere olsun bir şeffaflıkla açıklanmalıdır.
Orta Doğu çatışmalarından kaynaklanan Ulusal güvenlik sorunları hemen kapımızdayken yeni bir çözüm sürecinin Milliyetçi hareket eliyle sürdürülmesinden de öteye geçecek, ortak bir nihai hedef aranmalıdır. İktidar ilk önce güveni inşa edecek yasal ve siyasi koşulları, süreci ve bağlamı yaratmalıdır.
Eğer arzu edilen bir barışsa tez zamanda bu ülkeye kaldırılan silahlar indirilmeliydi bir defa. Daha karşı tarafın ne tür bir ademi merkeziyetçilik aradığı konusunda netlik oluşmamışken, hemen akabinde terör saldırılarıyla 5 şehidimiz toprağın altına yenice girmişken barışın gerçek barış isteyicilerle olması gerektiği unutulmamalıdır.
Bu ülke için, bu ülkenin ali menfaatleri için canını hiçe saymış bunca insan evladının kabri başında Türk bayrağı dalgalanıyorken, böyle ansızın, önü arkası doldurulmamış, dolduysa da halka anlatılamamış bir barış siyaseti çözüm olamaz.
Bu işler “ben istedim oldu” ya da “benim bir bildiğim var” demekle olmaz. Onları bizim de bilmemiz ve bizim de istememiz lazım. Biz halkız.