15 ve 16. yüzyılda reform ve rönesans hareketlerinin vuku bulmasıyla birlikte hem gelenekler hem de din büyük bir yapı söküme tabi tutuldu. 18. yüzyıl ile birlikte başlayan aydınlanma süreci artık düşünsel sistemde referansın akıl olması gerektiğini vurguladı. Aydınlanmanın diğer bir getirisi olan modernleşme süreciyle birlikte seküler toplum silüeti de belirmeye başladı.
Tüm bu uzun zamana yayılan gelişmeler dinin ve dinsel olanın zamanla gerileyeceği, artık içtimaı hayatta da temel bir referans sayılmayacağı fikrini hâkim kıldı. Ancak hiçbir şey sekülerizm teorisinin vadettiği gibi olmadı. Sanılanın aksine din ne sekülerizmin tekeline aldığı rasyonaliteye eğildi, ne de yok oldu.
Modernite vurgusu rasyonel bir bakış açısıyla anıldığı için beraberinde dinin muktedir havasını da söndürecek, insanların moderniteyle birlikte edindikleri rasyonel bakış açısı aydınlanmanın önündeki engel olan dini de paralize edecekti. Ancak Adorno ve Horkheimer’ın da söylemiş olduğu gibi modernite ne dini ortadan kaldırabildi ne de dinin önünde duran flu bayrağı göndere çekebildi.
Avrupa sanatında da bu şekilde bir gelişim oldu. Rönesansla birlikte din bir süre askıya alındı ve antikite yeniden gün yüzüne çıkarılarak yeni bir sanat anlayışının membaı oldu. Mitoloji hemen oradaydı. Rönesans akla yatkındı, ağır başlı ve mantıklıydı. Yeryüzünün insan eliyle yapılmış en önemli resimleri, heykelleri bu zihnin ürünleri oldu. Özgürleşme, tabuların yıkılması, yeni hümanizma dağarcığı ve anlayışı genişletti. Anatomi, bilim hemen her sanat dalında kısmi de olsa engelleri kaldırdı.
Oysa bu şaheser ritmin bile bir zaman sonra sonu geldi. Barok sanatla birlikte akıl ve mantık yerini sonsuzluk ve sınırsızlığa meftun bir eğilime bıraktı. Adeta o sakinlikten usanan zihin coşkun, çarpıcı ve gösterişli eserlere yeniden ulaşmak istedi. Akıl ve mantıkla yol almak sanat eserlerini zirveye taşımış olsa da eksik olan bir yan vardı ve yeniden iç güdü, hayal gücü zuhura geldi.
Protestanlık etkisiyle gücünü kaybeden Katolik inancının yardımına barok resmi koştu. Tablolar din için yeniden bir propaganda aracıydı.
Elbette her anlayışın, akımın bir yükselişi ve sonu vardır. Peşi sıra gelen Rokoko anlayışı ile dini imgelem yeniden askıya alındı. Rokoko da aristokrasinin sanatı oldu. Barok dönemde rönesansa tepki olarak yüceltilmiş dini ikonografi yeniden büyük ölçüde azalmaya başladı ve dinin her yerde görünür Katolik basıncı bir baskı iklimi kurdu. Bu baskıdan usanan aristokratlar modernite, aydınlanma ile anılmak istedi. Monografiler, flörtözlerin aşk dolu resimleri, partiler, piknik yapanlar, aşk… Güller, çiçekler, aydınlık ve iç açıcı resim tasvirleri çizildi. Hayat böyle çok güzeldi. Din ve onun şekillendirdiği tarz-ı hayat yeniden askıdaydı.
Bu sefer Rokokonun sonunu Neoklasisizm getirdi. Bu gösterişten, dini hayatın ve geleneklerin baskılanmasından bunalan sanat, en başa, antikiteye döndü. Antik Yunan ve Antik Roma dönemine ait tarzlar yeniden canlandırıldı. Barok ve rokokodaki gösterişe, süslemelere bir tepki vardı ve sadeliğe dönüş elzemdi. Doğu ülkelerine gidiş, oryantalist akım sanata dahil oldu.
Tüm bu süreci anlatma nedenim sanatın bu serüvenin bizlere ne anlattığıyla alakalıdır. Var olan inanç hiçbir şekilde baskılanamaz. Baskılansa da bu durum uzun süremez. Dünya bu döngü içerisinde döner durur. Herkes kendi hayat tarzı ve düşünce sisteminde bulunmak ve bu ideaların hâkim olduğu evrende yaşamak muradındadır.
Tıpkı Türkiye Müslümanlığında olduğu gibi… Baskılandığı sürecin ardından daha güçlü bir biçimde muktedir olduysa da prototip genel anlamda farklı bir çeşide evrilmiştir.
Anthony Giddens “Toplum Bilimi” kitabında tam olarak bundan bahseder. Dinin ve hâkim olan inanç biçiminin ortadan kalkmayışını modernitenin refleksif özelliği ve risk toplumu ekseninde ele alır. Ona göre din, toplum nezdinde asla zayıflamayacağı gibi aynı zamanda yeni dinsel duyarlılıkların ve manevi girişim biçimlerinin yaratıldığına tanık olmaya devam eder.
Günümüz dünyasını, yaşanan değişimleri radikal modernlik üzerinden yorumlayan Giddens, dinin varoluşsal korkulara karşı bir liman görevi gördüğünü ve dinde meydana gelen değişimleri modernliğin bir sonucu olarak görmek gerektiğini de ifade eder.
Yani form olarak başka biçemlere girse de insanların değiştiremeyeceği kavramlar üzerinde ne bir sanat algısı ne de bir toplum yönetim biçimi geliştirilebilir.
Bu sebepten artık mütedeyyin veyahut muhafazakâr insanların “modernleşemeyenler” veya “aydınlanmamış olanlar” olarak tanımlanması günümüz koşullarında ne sosyal bilimlerde ne de siyasette savunulmuyor. Çünkü bunu deneyen herkes cevabını bir şekilde siyasi arenada aldı.
Uzun girizgahtan sonra söylemek istediğim din ve devletin birbirine düşmanca yaklaşmadığı, gerektiğinde birbirlerinden güç devşirdikleri genel bir toplumsal, siyasal dönüşüm hususen muhalefet partisi için en elzem doktrin olmalıdır - eğer umulan ülkü bir iktidar hedefiyse.
Bu bağlamda mukimlerinin içerisinde yüksek miktarda muhafazakâr insanın oturduğu semtleri yönetenler, moderniteyi dindarlığın boğazına geçirilmiş bir urgan gibi betimleyen “vals” hatırlatmasından da vazgeçmeli. Çağdaşlığın, dini baskının son bulmasının motifi bir dans teması değil, ya da bir tarafın üstünlüğü değil de bir arada yaşayabilmenin formu olarak biçimlendirilmelidir.
Zira ülkenin yerel seçimlerde koltuğu eski zihinden alıp yenisine hediye etmesinin altında yatan en önemli itki “kutuplaşma” denen troll ekmeğinden, iktidar hasletinden midesinin bulanmasıdır.
Yukarıda bahsettiğim geçişler de hep birbiri içerisinde kaybolarak gerçekleşmiştir… Bir süreçle, yumuşakça. Sanatın doğası gereği, hayatın doğası gereği… Herkesin kendi fikrini dayattığı o iklim, yek diğerini mutsuz eden o sonsuz döngü son bulmalıdır.
Muhafazakâr modern olabilir, seküler de skolastik… Tıpkı şu sözdeki gibi;
“İçerin melek ve şeytanlarla doludur. Galip olan savaşı kazanır.”
Bu sefer herkesin iyisi kazansın. Birisi çıksın ve herkes, her kesim için “iyi” olsun.