Cahiliye İslam aydınlığından önceki karanlık devrin adıdır. Devre adını veren “cehalet” kelimesi bilgisizliği içermekle birlikte, etkisi altına girdiği gücün tesiriyle akl-ı selim ve sağduyuya aykırı hareket etme eğilimini de ifade eden bir anlam örüntüsüne sahiptir. Yani cahiliye güce seve isteye boyun eğerek adaletten sapmayı temsil eder. Cahiliye bireyi, kendisi koca çölde basit bir insancıkken, ait olduğu kabilenin reisinden aldığı güçle her türlü haksızlığı kendine meşru görür. Kabile reisi ve onun gücü olmasa dünyanın en korkak, sinik ve silik varlığı olacakken, sahte bir cesaretle her türlü yağma ve talana girişir, mala, cana ve namusa kasteder. Cahiliye olmuş bitmiş bir dönem değildir, cahiliye ve cahiliye insanı her devir canlıdır ve tehlikelidir.
Cahiliye insanı kendini inançlı görür, hatta yapıp ettiklerini bu inanç adına yaptığına kendini inandırmıştır.
Halbuki onun inancı çürük bir temeldedir, en basit argümantasyondan dahi yoksundur ve yine güce hizmet ettiği sürece onun için sahih bir inançtır. Bu yüzdendir ki sistemine yönelik en ufak bir eleştiriyi kabul etmez, hiçbir görüş tolere edilebilir değildir. Farklılıklara karşı hoşnutsuzluğu onları beğenmediğinden değildir – hatta içten içe kabul eder. Ancak düşünce ve inanç yapısı o kadar derme çatma, sağdan soldan duymadır ki en ufak bir sarsıntı onu yıkar, sonra sahip olduğu menfaatleri de elinden kaçar. İşte cahiliye insanına damga vuran nitelik budur, menfaatine tapma.
Geçen hafta yazmış olduğum yazı karşısında aldığım tepkiler, cahiliyenin ve cahiliye insanının canlılığını nasıl koruduğunu bizzat görmemizi sağladı. Dürüst olmak gerekirse ben yazının bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmemiştim. Fakat zamanlama olarak da manidar bir ana denk gelmişti, zira o gün Merkez Bankası’nın faiz arttırımı yapacağı haberleri ile bambaşka bir sürece giriyorduk. Gözleri asıl gündemden uzaklaştıracak bir kurban lazımdı. Uzun zamandır faize karşı savaş açtığını ve bunu dini saiklerle yapmış olduğunu söyleyen bir iktidar için oldukça tornistan bir eylemdi bu. Uğruna nice bedeller ödediğimiz, bambaşka bir enflasyon devrinin içinde gözümüzü açtığımız, tünelin sonundaki o ışık uğruna ülkece harap ve bitap düştüğümüz ve sebebini zinhar “bildikleri vardır” diyerek sorgulamadığımız sürecin tam tersi istikametine doğru yol alacağımız söyleniyordu. Bu çağ sona eriyordu. Orta Çağ bitip Yeni Çağ başlasaydı keşke de ecdadın yiye yiye bitiremediğimiz başarı hikayelerinin yanına biz de bir yenisi eklemiş olaydık. Fakat öyle olmadı. Etkinin yetkisinin tadına başka türlü bakacaktık artık…
İşte Tuğrul Çakar’ın Saklı Mektuplarındaki bir mektuptaki o giriş cümlesi tam buraya yakışıyordu. “İşte ağalar bugünlerden bir gün idi…”
Bir anda sosyal medyanın tüm türevlerinde, TV kanallarında devreye şahsımın günah keçisi yazısı girdi.
Yazının içerisinden cımbızlanmış, yazının çok da meramına vakıf olmayan fakat muhatabını kışkırtması için bir araya getirilmiş 3-5 cümle ile muhafazakarlığı ecdat yadigarı din ile opsiyonlamış şahısların radarına girmem sağlandı. “Ne oluyoruz, ben neredeyim, ben kimim” dememe kalmadan haksız şöhretin öznesi o tek özelliği başörtüsü takması olan primitif yazar oldum birdenbire. Nur topu gibi bir “kimler için çalıştığı belli olmayan, oy dahi vermediğim insanların sözcüsü, nice değerli kalemleri varken haftada bir köşesinde yazı yazdığım gazetenin hamisi” oluverdim. Şaşkındım. Ne yazılar yazmıştım, neler neler söylemiştim de kala kala şu yazıyla şu şöhretin tadına baktım ya. İnanılmazdım.
Aslında bu yazıyı yazma nedenim X’te yaş kuru herkesin mustarip olduğu Ayasofya bakımsızlığı ile alakalı bir tweetin dönmesiyle zuhura gelmişti. Ve tweetin altında da herkes duyduğu rahatsızlığı ifade ediyordu. Fakat bununla nasıl baş edilmesi gerektiğine dair bir yorum içermediği için o tweet hassas bir sevgi kelebekliği olarak değerlendirildi. Sıra bana gelince…
Elbette benim derdim dünyanın en değerli kültürel mirasının bu şekilde, hoyratça kullanılmaması gerektiğini düşünmemle alakalıydı. Yazının mesajı çok açıktı: İnsanların Ayasofya’dan neredeyse 1000 yaş küçük yapılarına dahi nasıl kıymet verdiklerini örnekleriyle anlattım, özensizliği ve paçozluğu eleştirdim. 2019 senesinde Tekirdağ Mitinginde Ayasofya’nın cami olarak açılması talebinde bulunan bir vatandaşa “Sultanahmet’i bir doldurun, ondan sonra ona bakarız. Bak şimdi Büyük Çamlıca Camii’ni yaptık. 4 tane 5 tane Ayasofya eder. O kadar büyük” diyen benmişim gibi kılıçlar hazırlandı, lanetler ve beddualar havada uçuştu. En seküleri dahi etmez bir muhafazakara o küfürleri. İşte girizgahta yazdığım cahiliye tanımının ta kendisiyle ben de bizzat tanışmıştım. Bir muhafazakarın hele bir başörtülü bacının ağzından bunları duymak bir şok etkisi yaratmış olmalı ki hak etmiştim, bin beter olmalıydım.
Kapılarının kemirildiği, her gün binlerce insanın girip çıktığı, yeri geldiğinde duvarından bir hatıra kopardığı, vatandaşın su şişeleri ve ayakkabılardan yer bulursa kaylule yaptığı günden güne yitip giden bir Ayasofya, aslında bir Ayasofya imajının gölgesinde kalmıştı, Ayasofya hiçbir şeydi, asıl olan o imajdı. Neyse ki Sultanahmet’i dolduramasa da buranın hakkını tepe tepe vermiş bir cemaat o imajı koruyordu.
İşte artık anlamıştık ki insanların kendileri gibi düşünmeyenlere, kendileri gibi inanmayanlara yaşam alanı açmadığı, yaşam hakkı tanımadığı o iklim muhafazakârlar için de havadar bir ortam değildi. Sadece makbul muhafazakârlar o havadar kesişim kümesinde nefes alıyor hatta imkanların sonsuzluğunda keyif çatıyordu. Canı istiyor getir ordan bir günah keçisi linçleyelim, canı istiyor Allah’ın nurunu sadece onlar sayesinde tamamlayacağına iman ediyordu. Uzaydan görünen yüzükler, arkada fonda bir tuğra.
Nobranlık ve küfürbazlık asaletten, kadını ahlakıyla ve örtüsüyle birlikte linçlemek ise adetten olmuştu.
Yeri gelmişken yeniden ifade etme gereği duydum. Sizin derdiniz Ayasofya değil. Hatta sizin cami gibi, Ka’be gibi dertleriniz de yok. Cahiliye insanının güç ve menfaatle bağlanması gibi her biriniz şah damarlarınızdan bağlanmışsınız. Elinizden gitmesinden korktuğunuz üç kuruşluk dünya menfaati için kutsallarınızı satmışsınız çoktan. Durumunuzu kamufle etmek için yeni kutsallar yaratmışsınız. Mekkelilerin acıktığında koparıp yediği helvadan putlar gibi.
Günün sonunda, tıpkı suyunda hava kalmamış bir balık gibi ağzımı açıp kapatmam beklenirken ertesi gün değerli bir devlet büyüğümüzün şu sözü ile uyanıyor bu yazıyı kaleme alıyordum.
“Dağa sinek konsa dağ ne kazanır. Dağdan sinek kalksa dağ ne kaybeder”