"Dünyanın sınırları vardır ama insanın aptallığı sınırsızdır” diye yazmıştı Gustave Flaubert. Bu gerçeklik onu oldukça rahatsız edici bir boyuta taşımıştı. Şair dostu Louise Colet’e yazdığı mektuplarda aptal bulduğu yakınları ve tanıdıkları hakkında sayısız serzenişte bulunmuştu. Öyle canına tak etmişti ki akrabalarından akademisyenlere, tanıdığı kimi felsefecilere kadar “aptal” tanımı altında insanları kategorilendirmeye başladı. Hatta bu konuyla ilgili bir ansiklopedi yapma fikri de olan Flaubert, projesinin sonunu göremeden hayata gözlerini kapadı.
Ekonomi tarihçisi, Profesör Carlo Maria Cipolla da aptallığı “insanlığa yönelik en büyük varoluşsal tehdit olarak” tanımladı ve bu konuyla alakalı 100 sayfaya yakın bir makale yayınladı. Makalede insanlığı dört ana kategoriye ayırıyordu; Akıllı, Haydut, Çaresiz, Aptal…
Yayına göre aptal kişi, kendisi fayda sağlamadığında başka bir kişiye veya bir grup insana zarar veren, bu zararı vermek uğruna kendisini de zarara uğratabilen kişidir. Cipolla bu tanımı “aptallığın altın yasası” deklare etmişti ve eklemişti. “İktisatçılara göre aptal kişi, kendisine açık bir fayda sağlamadan başkaları için sorun yaratan kişidir.”
Makalenin en ilginç yanı “Aptal” kategorisinin Cipolla tarafından tüm popülasyonlarda sabit kalan bir değişken olduğunu öne sürmesiydi. Hayal edebileceğimiz her kategoride (eğitim, gelir, etnisite, meslek grubu) sabit bir aptal insan yüzdesi vardı. Üniversite profesörleri aptal olabilir, aptal olan ABD başkanları vardı, aptal idareciler, aptal amirler…
Makaledeki “ancak sürekli aptallık, aptallıkta değişmeyen tek şeydir. Aptal insanları bu kadar tehlikeli yapan da budur.” ibaresi üzerinde düşünmeye değer geldi. Çünkü aptal insanın bir anlamda iyiye ya da daha kötüye evrimleşememesini, sabit noktada kalmasını ve bu mihenge etrafındaki her kesimi çağırdığını anlatıyordu bir anlamda bu kısım. Mesela “aptal insanın” kendi tarz-ı hayatının değişmemesi için her türlü manevrayı deneyimleyecek olması, bunu yaparken senin çıkarının ve iyiliğinin baş saiki olduğunu ifade edeceğini, aslında düşünüyor olduğu şeyin sadece kendisi olması gibi…
Ya da makalenin “aptal bir insanla karşı karşıya kaldığımızda geleceğimiz artık tamamen onun insafına kalmıştır” bölümü. Kendi tarafında çekerek aptallaştırdığı ve kendisine her koşulda inanmaya adanmış toplulukla birlikte linç, pogrom, yansıtma, iftira gibi gücünün bekasına ait tüm organizmaların devreye girmesi hususu. Aslında iktidarların kendisinden çok tebaası, şürekâsı bu konuda iştahlı.
İnsan aptal doğmaz elbette, ancak aptallaştırılmaya müsait tabiatları ile aptal kalmadaki ısrarları onlardan menfaat devşirmeye çalışan kesimlerin en kullanışlı malzemesi yapar. Zaten tarih boyunca da iktidar sahipleri en kolay kitlesel etki mekanizmalarının aptallaştırılmayı dünden kabullenmiş toplulukları ağır ağır fark ettirmeden daha da aptallaştırmak olduğunu keşfetmiştir.
Bir toplumun basiret ve ferasetini yükseklere çıkartmak büyük çabalar gerektirir ve bu kısımla bir yere kadar uğraşırsın; yerini sabitleyene kadar. Sonrası gereksizdir ve daha fazla zorlamanın anlamı yoktur.
Yaptıkların yetmiyorsa da yapıyormuş gibi göründüklerin de mi yok? Düsturu ceptedir. Her zaman iş görür.
Artık istediğini sana hemen her seçimde vermesi gereken topluluğu biçimlendirme zamanı. Eğitim atılımlarının kasten ağırdan alırsın mesela, bir sene el yazısı, bir sene düz yazı. Bir açık liseye gidersin, bir sınıfta kalırsın. Kalmazsın sınıfta da 50 ile geçersin, nasılsa değişir seneye, artık kalırsın. Of şaşırdım ne yapıyorduk biz dersin. Ya şundadır ya bunda neticede. Aptal sorular akıllı sorulara evrilir. Fakat yine de koca sınavda doğru sayısı matematikte etkisiz elemana selam çakmış binler, olmadı yüzler zuhurdadır ve yine de bunun hiçbir müsebbibi yoktur. Sadece iyiye talip olunur, yanlış her zaman cami önüne bırakılır.
Göz boyayıcı şahlanışlar gelir sonra devreye. 2023’e geldik neticede. Baktık yıllarla olmuyor değişim vurduralım arabayı yüzyıla. Daha yüzyıl var diye diye hesap da sorulamaz artık öyle devcileyin bir zaman. Asr-ı Saadet toplumundaki asır mı bu asır. Bir ara soralım.
Böyle tenis maçı izler gibi kafalar bir oraya bir buraya gider böyle bir gündemimiz olur; Çok neşeli. Senelerin düşmanları o ülkeler bir anda dost oluverir. Dost bile değil kardeş olur. Seçim mottosu olarak tekfir ettiğin ülke lideri kankan olur. Böyle eski dostların kefere, yeni düşmanların can olur can… Öyle bir görmüş geçirmişlik olur.
Toplumun kangren olmuş sorunlarının örtbas edilmesi veya palyatif ekonomik çözümlerle yapısal ekonomik sorunların ötelenmesi artık çocuk oyuncağıdır. Bu muhteşem yüzyılda faiz falan kimin umurunda, adam yürüyeni sağlam kamyonunu satıp parasını bankaya koyar. Faizden kazandığı parayla tertemiz çorap alır, namazını kılar, kutsalını korur. Korunacak kutsallar silsilesi tam liste verilmişti ellere malum. Her dönem iş görür.
Artık geldiğimiz kıvam gereği kendimizden daha düşük vaziyetteki toplumlara bakarak “halimize şükredeceğiz, suyu ırmaktan bidonlarla da taşıyor olabilirdik” demeye başlarız. Bitmeyen bir hazinedir bu şükretmek nimeti. İşin içinden çıkma potansiyeli. Yoksulluğun psikolojik olması gibi. Tanıdınız siz onu.
Sonrası daha ileride ekonomik ve sosyokültürel donanımı olan toplumlara tu kaka yapmak. “Alayı soykırımcı onların. Bırak onları.” Ülkenin en kallavi insanlarına, sanatçısına doktoruna vize vermiyormuş falan bu ülkeler; palavra. Yerlerdeyiz fakat gururumuz var, burnumuz yukarda…
Yazı çok ciddi ve gerçekçi başlamıştı, biraz ironiye döndü. Kusura bakmayalım. Ne ara aptallaştım bilmiyorum.