Geçenlerde ülkemizin önde gelen uleması arasında “Allah Nerededir?” konulu bir münazara gerçekleştirildi. Dinler tarihinin en eski konusu belki bu sefer cevabı netleşecekmiş gibi masaya yatırıldı.
Vahyin nüzulü zamanında pek de tartışılmayan bu sorununun – varsa – cevabına hâkim olmak gerçekten bu kadar önemli miydi? Yani bizim iman ediyor oluşumuza, imanımıza herhangi bir katkısı olabilecek miydi ya da ortaya üzerince bunca zaman düşünülmüş fikirlerden daha başka fikirler çıkabilecek miydi?
İslam tarihinin ilk yıllarında, Tanrının mahiyeti ve nerede olduğu konusu her zaman masaya yatırıldı. Hem de tüm zamanını ve hayatını bu fikrin sabitesini elde etmek için yaşamış ilim insanları, felsefeciler, matematikçiler ve ilahiyatçılar tarafından… Fakat her bilgiyi edinmenin bir yeri bir de zamanı vardı.
Müslümanlar güzel günler yaşadı. Hanedanlıklar kısa sürede kuruldu. Abbasiler, Fatımiler, Murabıtlar, Selçuklular, Hindistan’da Babürler, Pers’te Safeviler, Osmanlı Devleti… Dünyanın en büyük ve en güçlü imparatorlukları oldu. İslam dünyasının mensupları geniş kapsamlı ticaret ağları, gezginler, bilim insanları, matematikçiler, doktorlar ve filozoflar eliyle çok sayıda gelişmiş kültür ve bilim merkezi yarattı. Bu merkezlerin hemen hepsi İslam’ın Altın Çağı’na katkıda bulundu. Güney ve Doğu Asya’daki bu yayılma, Hindistan alt kıtasında, Malezya, Endonezya hatta Çin’de kozmopolit ve eklektik Müslüman kültürlerini de teşvik etti.
Oysa şimdi bambaşka bir yerdeyiz. Bu dinin en güzel günlerini gördüğü topraklardan, bu heyuladan ne ilim adamlarının bir daire etrafında toplanıp uyumadan günlerce tartıştığı Bağdat, ne Emevî Camii bahçesinde son ilahi açılımları, veçheleri münazara eden ilim ehli kaldı… Ne de İbn Arabi’nin mistik açılımlarını zihnine kazıyarak elinde tabletle şehre dönen Musa gibi heyecanla konuşlandığı Kasiyyun Dağı.
Bizler, Beyrut yanarken hıçkıra hıçkıra ağlayan Celileli Mahmud Derviş’in bıraktığı irtifadan bir santim dahi ilerleyemediğimiz bir yerdeyiz.
Gazze bir turnusol olarak dünyanın tam orta yerinde duruyor. Allah’ın nerede olduğu aşikâr fakat bizim onun istediği yerde olup olmadığımız meçhul.
Tıpkı savaş zamanı, düşman en şedit yerden saldırırken sahabenin miras paylaşımı konusunda usule varamaması gibi bir absürtlük artık bu konular… Şu zamanda Allah’ın nerede olduğu konusunda bir tartışmaya kitlenmek iki tarafın bilgilerini tokuşturması maksatlı. Öncesindeki benzer tartışmalarda da vahiy mi hadis mi mevzusu ısıtılıp ısıtılıp masaya konmuştu. Kısacası kellim kellim la yenfa… (konuş konuş boş)
İnsanların iman ettiğini sandıklarının yapıp ettiklerine bakıp da dine sırtını döndüğü şu çağda, imanını kanayan koluna turnike yaparak imansıza sopa fırlatan cesarette fakat yapayalnız insanları vardı ve öldüler geçenlerde.
Yıkıntıların arasında bir enkazın altında torunlarına pide pişiren Gazzeli dedenin şükrüne muhtaç olduğumuz bu çağdan, hatta bugünden, dünden bahsediyorum. 40 binden fazla Müslümanın öldüğü, çocukların can çekiştiği dünden.
Dünya nüfusunun %24’ünden fazlası Müslüman, toplam nüfusun da yaklaşık 2 milyar olduğu tahmin ediliyor. 50’den fazla Müslüman ülke var. Fakat hiçbirisi Allah’ın nerede olduğuyla ilgilenmiyor, Allah’ın bizzat vahyinde bahsettiği mazlum bir halk varken de imdadına koşmuyor, koşamıyor.
Din adına fetvayı kimseye bırakmayanlar mafya lideri ağırlıyor, diğerleri gençliğin şu hali pür melaline bakıp ağlayacağı yere Allah’a iman ediyor olmanın nasıl olacağıyla ilgili hiçbir açıklama yapmıyor, haksızlıkları uyarmıyor.
Ağlanacak hal hiç bu denli acıklı olmamıştı. Bu dinin Fustat’tan Şam’a, İsfahan’dan Kordoba’ya kadar uzanan geçmişi, bugün Müslümanlar bir avuç kalmış toprak içerisinde yağmalanırken hiçbir şey yapmıyor. Yapamadığı gibi düşmanı besleyen damarlar hala daha aktif, o da engellenmiyor, engellenemiyor.
Bu saatlerce aynı fasit dairede, aynı konular etrafında tartışan ilim ehli, gücünü dinden devşirmiş muktedirlere tek laf edemiyor, nedir bu ticaretin sonu diyemiyor. Var yok durgun sularda kelam, fıkıh örgütlenmesi…
Ezcümle, İslam kelamında son sözü söylenmemiş meseleler çoktur, ulema ve fukaha yüzyıllardır bu tartışmaları ilmi düzeyde yapmaktadır. Çoğu mevzuda da bir çözüme ulaşılamamış olması ayrı bir mevzudur. Haddizatında ilmi düzeyde her konunun münazarası tabi ki yapılacaktır.
Ancak şu anda ulemanın üzerine düşen, hatta belki onlar için farz-ı ayn olan vazife, İslam’ın kanayan yaralarının asla Müslümanların gündeminden düşmemesini sağlamak, güçlerini ve vakitlerini, ilim yoluyla kazandıkları nüfuzlarını güç sahipleri üzerinde baskı unsuru olarak kullanmaya sarf etmeleridir.
Hasılı şu anda elzem olan, ilim tahtasında kullanılan sopaların Sinvar gibi düşmana fırlatılmasıdır.