Kovid19, yıllardır sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı adet edinen insanlığın burnunun dibine ölümü sokuverdi. Modernleşirken(!), zenginleşirken, eğitim seviyemiz yükselirken(!) aslında bizi biz yapan pek çok değerden de giderek uzaklaştığımızı fark edemedik.
Önce mezarlıklarımızı şehirlerin dışına kovduk, bu kovalamacaya daha sonra köylülerimizde katıldı. Bir zamanlar kabirlerimiz sokaklarımız, evlerimiz, bahçelerimiz ve ibadethanelerimizle iç içeydi. Camilerimizin, tekkelerimizin hatta bahçelerimizin bir köşesinde mutlaka bizi gözleyen ve bize her gün dünya ile ahiret arasındaki ince çizgiyi hatırlatan kabirler hemen yanı başımızda yükselir ve asıl gerçeği bize hatırlatırdı.
Onları her görüşümüzde çoğumuzun iç dünyasında belli belirsiz bir muhasebe yaşanır ve kendimizi tartmamıza vesile olurdu. Ölüm her daim kapımızı çalabilirdi; belki de bu yüzden büyüklerimiz hep “Allah sıralı ölüm nasip etsin, bizlere evlatlarımızın acısını göstermesin!” diye dua ederlerdi. Ve çoğu, ölümden bahsederken bir yok oluştan değil de sanki misafirliğe gitmekten bahseder gibi konuşurlardı. Bu dünyanın kahrından kurtulma ve yalan dünyadan gerçek dünyaya geçişin bir adımı idi.
Elbette kimsede nihilistçe bir ölüm arzusu yoktu ancak bu dünyanın da sonsuz olmadığının farkında idiler ve bu nedenle dillerde hep “temiz bir ölüm” dileği vardı.
“Allah üç gün yatırsın dördüncü gün alsın beni!” derdi büyüklerimiz. Küçükken bu üç gün, beş günü muhabbetini çok fazla anlamazdım. Rahmetli anneannem ne zaman bir titreme geçirse “Aklımdasın” diye söylenirdi. Ölümden bahsettiğini bildiğimiz için hep takılır “Ebe hayırdır aklında olan ne?” diye takılır, korkutmaya çalışırdık.
Dünya için büyük bir gayretle çalışan büyüklerimizin pek çoğunun aynı aşkla ahiret için de azık toplamak için gayret ettiklerini ve çoluğuna çocuğuna bunu salık verdiklerini görürdük. “İyilik et denize at, balık bilmezse Halik bilir” felsefesi ile yaşayıp giden tertemiz insanlar vardı.
Rahmetli babam da saflık derecesinde yardımsever bir insandı, bu saflığından da çevresindeki pek çok insan fazlası ile faydalanırdı. “Baba ne olur biraz dikkatli ol” desek hemen “Oğlum ben öbür tarafa azığımı hazırlıyorum, sizin hiç mi hayrınız yok!” diye bize kızardı.
O eski insanlar yedirmeyi içirmeyi çok severlerdi. Sofraya bir tabak fazla koymanın adet olduğu, kapı önünden geçen kimse el de olsa sofraya buyur edildiği bir dünyanın insanları idi. Misafir bereketi ile gelirdi onların dünyasında.
Modernleşme sürecimiz, daha doğrusu şehirleşememe, şehri yeniden inşa edememe, medeniyetin inceliklerini yitirmek genlerimizde olan pek çok güzel hasletin de yitip gitmesine sebep oldu. Zenginleştikçe(?) birbirinden uzaklaşan bencil bir bireyciliğe, çıkara dayalı bir ilişkiler ağına hapsolduk. Gazete köşelerinde, öldükten günler sonra fark edilen insanların haberlerini okumak bu nedenle çok sık rastlanılan bir olay haline geldi.
Ve yine kendi zenginliğinin(?) şımarıklığı ile herkesi kendi gibi zannedip “Açım!” diyen insanları nankörlükle suçlayabilecek kadar ötekileşen bir muhafazakarlık doğdu.
Şehrin keşmekeşi içinde yeni bir hayat inşa edemedik, modern yaşam hemen her türlü rolün içeriğini değiştirirken biz bu yeni rolleri bir türlü insanileştiremedik. İnsanileştiremediğimiz için çevremizde olan bitenlerle yüzleşmeye korkuyoruz. Alıp başını giden kadın-erkek cinayetlerine verecek bir cevabımız yok.
Gündüz kuşağının acayipliklerle dolu programlarını izlediğimizde “Aman Allah’ım bunlarda mı varmış?” moduna girmekten kendimizi alamıyoruz. Bir dönem ekranları günlerce meşgul eden Palu ailesi hikayesi sanırım Amerika’da yaşansa idi bugüne kadar bir çok dizi ve filme konu olmuştu. Ama bizi bu tür çarpıklıklarımız fazla ilgilendirmiyor.
Ölüm dedik nerelere geldik. İşte medeniyet tasavvuru böyle bir şey, öyle sanıldığı gibi bir iki şeyden ibaret değil; hayatın her anına ve her nesnesine dokunur, dokunabildiği ölçüde de bir medeniyet büyür ve gelişir.
Dün, ölümü yanı başındaki bir gerçeklik olarak bilen bu coğrafyanın insanı, –seküleri ve muhafazakârı ile- bugün “Her nefis ölümü tadacaktır” ayetini görmekten rahatsız, ölülerine bile saygısız.
Yoksa ölümleri, hele çocukların ölümleri üzerinden yarışa girip, evlat acısı ile söylenen sözleri dahi kullanarak kitleler yönlendirilmeye çalışılmaz ve kitleler de bu yönlendirmeye katılmazdı. Ölü evinde söylenen en acı söze bile ses çıkarmamayı esas kabul eden bir medeniyetten ölüleri yarıştıran bir medeniyetsizliğe geçiş…
Ne kadar tuhaf, firavunlara küfrederken onlara benzemek ve esası unutmak; Mevlana’ya atfen dinlediğim bir kıssada “İkisi de Ömer idi ama biri teslimiyetle Faruk oldu diğeri kibri ile Ebu Cehil (cehaletin babası)” deniliyordu.
Şimdi sormak lazım biz ne olduk?