Öyle bir durum yok yani.
Ramazan geldiğinde rahmetli Kamber Dedem “En azından 3 gün oruç tutun. Başında, ortasında ve arife günü, bunu yaparsanız tamamını tutmuş gibi sevap alırsınız” derdi… Arife günü genelde herkes oruçlu olur ve bayram için tüm hane halkınca boy abdesti alınır, erkekler tıraş olur, bayramlıklar özenle hazırlanırdı. Babam da beni bayram sabahı erkenden kaldırıp bayram namazına götürürdü. Mahallemize yakın olan camiye değil de daha uzaktaki bir camiye giderdik. İlk başlarda pek anlamasam da sebebini sonradan anlamıştım.
Çocukluğumdaki Ramazanlar bizim mahallede hafif bir gerginlik içinde geçerdi. Sünni komşularımızın bir kısmı sürekli olarak Ramazan’ı hatırlatarak kendilerince biz münafıkları hizaya sokmaya çalışırlardı. Kinayeli şekilde “gece kalkamazsanız bizim oğlanı yollayayım da sizi uyandırsın” derdi bazıları.
El mecbur gece ışıklar yakılırdı…
İşin tuhafı en azından bizim bölgenin Alevilerinin Ramazan’a ve oruca karşı öyle aman aman bir itirazı olmazdı ama nedense yine bizim oranın Sünnileri bunu bilseler de kendilerince uyarma hakkını kendilerinde görürlerdi.
Sünni teyzelerimizin dini bilgisi ile Alevi teyzelerimizin dini bilgisi arasında pek bir fark da yoktu, tıpkı babalarımız arasında olmadığı gibi ama herkes kendince daha iyi bildiği zannına sahipti.
Çocukluğumdan beri anlamadığım mevzulardan biridir; bir kişinin etnik ya da mezhepsel kimliğinin onu iyi ya da kötü yapabileceğine inanılması.
İki karşı mahallenin de kendince “iyi’ tanımları vardı. Bir taraf için alnının secdeye değiyor olması yeterli iken öbürü de bunu tersinden okuyordu.
Halbuki ikisinden de iyi, ikisinden de kötü çıkabiliyordu.
Tabii 12 Eylül öncesi ve sonrasının iç içe geçtiği bir dönemden bahsediyorum. Şehirleşme ile birlikte ilk kez kalabalık şekilde gözle görülür hale gelen kitleler vardı ve bu baskın karaktere ters geliyordu. Yaşam standardı olarak kendisinden hiç de farklı olmayan Alevileri aynı fakirlikte yaşayan Sünni komşuları egemen kimlik sahibi olarak aşağı görme hakkını kendilerinde görüyordu. Türklerin Kürtleri görmesi gibi. İşin içinde 80 öncesinden kalma bir sağ-sol kavgası vardı ve şimdi de laik-anti laik gerilimi doğmaya başlamıştı.
***
Herkesin iyisi kendine bir topluma dönüştük giderek; bir kimseyi namaz kılması ya da kılmaması iyi yapabilir mi? Bizde yapar…
Biri namaz kılmadığı için diğeri ise namazı kaçırmadığı için iyi olabilirdi!..
Hiç unutmuyorum arkadaşın birisine bir mülakatta “namaz kılıyor musun?” diye sorduklarında işkillenerek, süklüm püklüm “Cuma namazına giderim” demiş, karşısındaki amir de “onu sormuyoruz, ona bizim ateist müdür de gidiyor!” diye kükremiş. Komedi gibi ama maalesef gerçek…
***
Eskiden de günahlar işleniyordu ama sanırım bugünkü kadar göz önünde ve kime ne havasında değildi.
Burada kimsenin imanını tartacak bir imkanım yok, öyle bir niyetimde, kastım da o değil zaten.
Sözüm -inandığını söyleyenler için- rahatça günaha batıp bu günahları da dinin birtakım vecibeleri ile temizlediğini düşünenlere. “Çalıyor ama hayır da işliyor. Herkesi kırıp geçiriyor ama vakitlerin hiçbirisini kaçırmıyor. İşçisine kârından zırnık koklatmıyor ama zekat veriyor. Ana babasına, evladına hayırsız ama hacca gidiyor” vs.
İbadetle ya da söylemle kendisini temize çıkaranlar var.
Oldum olası bu toprakların din algısında bir sorun olduğunu düşünüyorum. Elinde şarap kadehi varken önündeki etin domuz eti olup olmadığı ile ilgilenmek gibi bir maharetimiz var. Keza zina büyük günah ama nedense cenabet gezmek daha büyük bir günahmış gibi davranıyoruz.
Domuz eti de zina da haram ama ikisinin bizde yarattığı etki farklı farklı.
En sekülerimiz bile domuz kelimesini duyduğunda bir tuhaf oluyor öbürü de günah ama aynı etkiyi üretmiyor.
Hırsızlıkla sol el arasındaki ilişki gibi…
Ramazan, adı gibi umarım rahmet ve bereket ayı olur tüm mazlumlar için. Tutulan oruçlar, yapılan hayırlar Hakk katında kabul olsun efendim…