Zaman zaman göçebelik-köylülük ve şehirlilik arasındaki ilişkiyi ele alan yazılar yazmaya çalışıyorum çünkü bizdeki pek çok problemin kaynağı göçebelik-köylülük ekseninden çıkıp da bir türlü şehirleşememe-medenileşememe problemimizde yatıyor.
En basitinden dünyanın pek çok büyük metropolünde bizim İstanbul trafiğini aratmayacak bir yoğunluk var ama oradaki insan davranışları ile bizdeki çok farklı. Oralarda makas atan sürücüler nadiren görülürken bizde tam tersi normal bir durum. İşin tuhaf yanı genlerimizden midir nedir ata biner gibi araba kullanıyoruz. En ucuz araçta bile işaret sinyalleri var ama gelin görün ki sürücülerin çoğu bunlar yokmuş gibi davranıyor. Sağa ya da sola dönüleceğini önceden arkadan gelenlere haber vermenin bakın görev demiyorum ahlaki bir sorumluluk olduğunun farkında bile değiliz.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki yoğun trafikte şerit değiştirmeye kalkmak çok daha büyük bir zaman kaybına sebep oluyor. Ve aslında içten içe hepimiz bu durumun farkındayız ama fütursuzca şerit değiştirmekten vazgeçmiyoruz. Emniyet şeridinin açık olmasının ne denli önemli olduğunun farkına başımıza bir iş gelince anlamamız da bizim göçebelik-köylülük açmazından çıkamamamızın bir tezahürü.
İmkanlar anlamında değilse bile göçebelik ve köylülük şehirliliğe göre çok daha kolay bir yaşam türü en azından hukuksal ve sosyal ilişkiler bakımından. Sonuçta sayıca sınırlı bir ölçekten bahsediyoruz. Göçebelik mekânsal olarak çok daha büyük bir alana tekabül etse de hiçbir zaman şehirlilik gibi karmaşık ilişkiler ağını içermiyor. Köylülük demek bir noktada herkesin birbirini tanıması ve ötekisinin net olması üzerine kurulu.
Köylü için ötekisi düne kadar sınır köyleri ile devletin görünen yüzü olan jandarması, vergi tahsildarı vs. idi. Bu nedenle 80’li yıllara kadar bizim köylümüz Allah’tan korkar gibi jandarma vb. devleti temsil makamlarındaki kişilerden korkardı. Ankara’nın 220 km dibindeki benim köyümün ihtiyarları bir zamanlar kendilerine kök söktüren iki pırpırlı çavuşlar ile vergi tahsildarlarının hikayelerini büyük maceralar olarak anlatırdı.
Düşünsenize 80 öncesinin köylü kuşağı için hayat o kadar dar bir alanda yaşanırdı ki özellikle erkeklerin askerlik anıları hiç bitmeyen romanlara benzerdi. Köylü için askerlik hayatı büyük bir değişiklik idi. Ömrünün içindeki belki tek ciddi değişim idi ve belki de ölene kadar göreceği tek yabancı yer olarak kalacaktı.
Göçebelik-köylülük hukuku da zaten fazlası ile basitti. Suçun şahsiliği ilkesinin ülkemizde hala yerleşememesinin altında yatan en büyük sebep de bizim henüz şehirlileşme sürecimizi tamamlayamamamızdan kaynaklanıyor. Şehirlerimizin hemen her köşesinde bir hemşehri derneğinin olması biraz da bu yüzden.
Geçmişte köy ile şehir arasında bir kasaba kültürü vardı ama bugün artık bu da yok. Köylerimiz 80 sonrası o kadar hızlı boşaldı ki şehirlerimiz bir anda korkunç bir istilanın altında kaldı. Bu istilayı Moğol akınlarına benzetebiliriz. Moğol akınları nasıl İslam dünyasını pek çok açıdan geriye götürdü ise köyden kente kontrolsüz göç de benzer bir etki yaptı.
Siyasal hayatımızı bile bu göçler belirledi. 60 sonrası siyasetimize hep köylülük egemen oldu ve hala da köylülük egemen. Neredeyse iktidardaki 20. yılını devirecek olan İslamcı siyaset döndü dolaştı köylülükle kasaba kurnazlığı arasında bir yerde sıkıştı kaldı. Afili sözlerin ve uhrevi ideallerin peşinde koşarken geldiğimiz nokta çok çarpıcı. Milliyetçiliğimizin ise ister egemen ister ezilmiş olsun köylülük kodları ile yürüdüğü ise bir gerçek.
Çok uzatmaya gerek yok, baksanıza milyon dolarlar kazanan topçularımızı -hangi akla hizmet- askerlik yapan fakir çocuklarımıza benzeterek Avrupa Şampiyonasına, askere gönderir gibi davulla zurnayla gönderiverdik. Onlarda sağ olsunlar görevlerini layıkıyla yapıp sondan birinci olarak memlekete döndüler.
Geçen hafta birçok sorunumuz varken futbol ne alaka diyerek beni eleştiren okurlarımız oldu. Belki kendilerince haklılar ancak bilmeleri gerekir ki aslında hepsi birbiri ile az ya da çok bağlantılı. Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinin bir yerinde, Atatürk için hazırlanan bir balo tertibinde Paşa için banyo ve tuvaletin unutulmasından bahisle mealen: “Bizler çok büyük işler yapmak isterken -aslında yapmamız gereken- çok basit, temel işleri beceremedik” diyerek serzenişte bulunuyordu.
Ayıp değil, Fransa’ya banyoyu, tuvaleti biz öğrettik diye övünürken pek çok köyümüze tuvaletin ancak 80’ler sonrası gelmesi herhalde araştırılması gereken bir konu. Bakın konu nereye geldi, Marmara Denizi can çekişiyor. Neden? Çünkü, biz Marmara Denizini yıllardır her türlü pisliğimizi boca ettiğimiz açık bir çöplük olarak kullandık.