Misyonerlik -bizim için olumsuz çağrışımlar yapsa da- her din ve hatta ideolojinin doğası gereğidir ve bu yolda zamanın imkânlarının ve özellikle de kitle iletişim araçlarının kullanılması normaldir.
Bugün TV’lerden izlediğimiz kanallar arasında onlarca dini içerikli kanalın olması ve programların yapılması bu nedenle çok da şaşırtıcı değil.
Yine de bir kısım Müslüman çevrelerin geldiği nokta açısından oldukça ironik çünkü bugün, düne kadar televizyonu “şeytan icadı” gören ve evlere dahi girmesine izin vermeyen pek çok cemaat-tarikatın bugün kendi TV kanalları var.
Mecit Macidi’nin “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmine gösterilen tepkilerin bir kısmı bana yukarıdaki çağrışımları yaparken diğer taraftan İslam kültür ve medeniyetinin en yüksek seviyelerde olduğu asırlarda ‘böyle bir teknolojik imkân olsa idi ne olurdu?’ sorusunu sordurdu.
Tabii ki böyle bir soruya cevap bulmak zor ancak bazı verilerden yola çıkarak birtakım çıkarımlarda bulunabiliriz.
Örneğin; mimari açıdan Müslümanlar daha çok erken çağlarda diğer dinlere ait tapınaklarla boy ölçüşecek yapılar inşa ederken, pek çok açıdan da bunları aşmıştı. İslam toplumunun putlara olan yaklaşımı nedeniyle heykeltıraşlık yoktu ama onun yerine süsleme sanatlarında eşsiz ve mükemmel örnekler verilmişti. Hat sanatı başlı başına müthiş bir estetik ve zevki içinde barındırırken, daha sonraki çağlarda müziği dahi günah kabul edecek nesillere rağmen müthiş bir musiki birikimi oluşturulmuştu. Şiirin ulaştığı seviye ise zaten tartışma dahi götürmez. Resim yoktu ama minyatür sanatı bu boşluğu fazlası ile dolduruyordu. Hatta ileri sürüldüğü gibi insan figürünün hiç kullanılmadığı iddiası da gerçeği yansıtmıyor. Selçuklu sanatında insan figürünün kullanıldığı Divriği Şifahanesi ve Sivas Şifaiye Medresesi gibi çok önemli yapılar var.
Harun Reşit ve bazı Abbasi halifelerinin Bizans’la yaptıkları antlaşmalarda savaş tazminatı olarak Bizans kütüphanelerinde bulunan antik el yazmalarının birer nüshasını istedikleri düşünülürse sinema sanatı bin yıl önce ortaya çıksa idi muhtemelen o gün bu sanatı en etkin şekilde kullanmakta bir beis görmeyeceklerdi.
Bugün dinin -daha doğrusu Ehl-i Sünnet’in- temeline dinamit konuluyor diye feryat edenlerin tavrı bu açıdan seleflerine göre inanılmaz derecede geri… Selefleri olsaydı muhtemelen İslam’ı yaymak, Hz. Muhammed’i farklı açılardan en çarpıcı şekilde anlatmak ve de iktidarlarını meşrulaştırabilmek adına beyazperdenin her türlü imkânını kullanabilmek için çaba ve emek harcıyor olurdu.
“Çağrı” gibi bir filmin üzerine M. Macidi’nin filmini izleyince şahsen bir hayal kırıklığı yaşadığımı belirtmem gerekiyor. Maalesef Çağrı’da aldığımız o deruni hissi bu filmde çok az sahnede alabiliyoruz. Filmde Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi devri gerçek üstü motiflerle iç içe geçirilerek ve mizansenlerle süslenerek bilinen gelecek için bir hazırlık dönemi gibi resmedilmiş. Filmi ayakta tutmak için birtakım mizansenlere ihtiyaç olmakla birlikte bilinen gerçeklere aykırı rollerin verilmesi ise bir başka problem. Aynı problem yer yer Çağrı’da da vardı ama filmin genel bütünlüğü içinde çok da fazla sırıtmıyordu. Burada ise açıkça sırıtıyor. Hz. Muhammed’e sürekli süikast girişimlerini filmde heyecanı ayakta tutmak için bir mizansen kabul etsek de mesela Ebu Lehep’e biçilen rolün kabul edilebilir bir yanı yok.
Filmde o kadar çok bilinen tarihsel olguya aykırı tema var ki film bu hali ile olsa olsa İsrailiyata boğulmuş ve hadislerle desteklenmiş bir Folk İslam Peygamberi algısının sahnelenmesinden öteye gitmiyor. Filmin merkezinde Abdulmuttalip ve Ebu Talip’in olması hasebiyle filme Şia propagandası yaftası yapıştırılması ise açıkçası bir haksızlık.
Film bu hali ile Müslümanlardan çok Müslüman olmayanlara hitap ediyor. Bizim için filme kızanlara ise “yapabiliyorsanız daha iyisini siz yapın” demek kalıyor.