Türkiye’nin pek çok yerinde pek çok vesile ile kitap fuarları gerçekleştiriliyor. TÜYAP kitap fuarı herhalde en ünlüsüdür. Ankara’da Kocatepe Camiindeki kitap fuarı da eskiden çok canlı olurdu. Ankara yıllarımda bu kitap fuarını büyük bir heyecanla beklediğimi hatırlıyorum.
Ancak, son yıllarda üzülerek gördüğüm bir durum var. Eğitim dünyamızdaki çarpıklıklar maalesef bu tür fuarları da ciddi şekilde olumsuz etkilemekte. Fuar stantlarının çoğunluğunu artık test kitapları ve yardımcı kaynaklar işgal etmiş durumda.
İyi bir kitap okuyucusu iseniz fuarlar artık arayıp da bulamadığınız bazı kitapları bulma şansınızın olduğu yerler olmaktan çıkmış durumda. Bugün fuarları cazip yapan tek şey bünyesindeki yazarları okuyucusu ile buluşturma becerisi olan yayınevlerinin varlığı. Okur açısından işin tek heyecanlı noktası da orası.
Bugün internet çağında pek çok kitabı sanal platformlardan yayınevlerinden bile daha ucuza temin edilebiliyorsunuz. Halbuki geçmişte fuarlar kitaba ucuz ulaşmanın bir yolu idi…
Türkiye’de gerçek manada bir okur olmak oldukça masraflı bir tercih. Kitap fiyatlarının Batı standartlarında çok düşük olması bu gerçeği değiştirmiyor çünkü bizim kendi alım gücümüze göre fiyatlar oldukça yüksek.
***
Bir de çok ciddi bir kalite sorunumuz var, her alanda olduğu gibi. Pek çok kaliteli eser yayın sağanağının arasında göze dahi çarpmadan kaybolup gidiyor ve hak ettiği değeri göremiyor. Bunda yayın dünyasının kendi iç dinamiklerinin de etkisi olduğu bir gerçek. Yayın aleminde bir takım yazılı olmayan kurallar var ve dışarıdan bu kuralları aşmanız çok zor. İlginç bir şekilde editöryal aşamada pek çok kitap beğenilse bile bu duvarları aşamıyor.
Yine ilginç bir şekilde, yayın camiası bir ismi/kitabı parlatmak istendiğinde kimse buna engel olmazken pek çok kaliteli isim/kitap ise görmezden gelinebiliyor. Tıpkı gazete köşelerinin değişmeyen yüzleri gibi yayın dünyasının da ikonları var. Yazdıkları eserlerin edebi ve ilmi yönü hiç hesaba katılmadan bunlar piyasaya hakim olabiliyor. Bir şekilde bir sinerji yaratılabiliyorlar.
İsmi bende kalsın, yıllar önce tuğla kalınlığında bir kitabımız -edebi yönden başarılı olmasa da- üstün pazarlama teknikleri ile ilkokuldan üniversiteye tüm gençlere öyle bir pazarlandı ki bu eserden milyonlarca satıldı. Bugün işlediği konu ile ilgili bir araştırma yapacak olan ya da bir şeyler okuyayım diyen hiç kimsenin aklına o kitap gelmiyor ve eminim o kitaba para veren milyonlarca insanın içinde de bu eseri baştan sona okuyanların oranı yüzde 15’i 20’yi geçmez. Ama sabun köpüğü gibi hayatımızdan geldi geçti.
***
Akademik kitaplarda ise durum çok daha vahim. 1000 bilemediniz 2000 bin basan kitapların ikinci baskılarını yapmaları bazen hiç mümkün olmuyor. Tabii burada akademik yazın dilimizi ve tarzımızı da sorgulamamız lazım. Bazı eserler çok önemli bilgiler ihtiva etmesine rağmen rahat okunamayacak derecede kötü bir dile sahip. İlgi alanlarım nedeni ile bu tür pek çok kitabı okumaya çalışıyorum ama üzülerek gördüğüm şeylerden biri de şu, pek çok akademisyenimiz doktora tezlerini hiçbir kritikten geçirmeden aynen yayınlıyor. Halbuki doktora tezlerinin en az %50’si genel geçer şeylerin kuru bir tekrarından ibaret, geri kalan kısmın %10’u bilemediniz %15’i size yeni bir şeyler sunuyor. YÖK Veri Tabanından herhangi bir konuda üniversitelerimizde yapılmış ve açık durumdaki tezlerin üçünü beşini okuduğunuzda tuhaf bir şekilde çoğu kez aynı metni okuyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Ve bu tezler maalesef bu halleri ile kitap olarak okuyucuya sunuluyor.
Halbuki tezler yazılırken hoca baskısı, kabul alıp-alamama endişesi ve çeşitli dış etkenler nedeniyle geçiştirilen ya da görmezden gelinen pek çok önemli şey olabiliyor. Hele hele sosyal bilimlerde bu durum çok fazla.
Çok dağıttık mevzuyu sanırım ama geldiğimiz noktada maalesef kaliteli yayıncılık ile bozuk eğitim sistemimizin ürettiği yayıncılık arasında sıkışmış durumdayız. Dünya ve Türk klasikleri olmasa belki pek çok yayınevi kapıya kilit vuracak.
Pek çok klasiğin piyasada onlarca versiyonu var ve bunların %90’ı kalitesizlikte birbirleri ile yarışıyor.
Basit bir örnek verecek olursa koskoca Sefiller romanının piyasada 30-40 sayfalık özetinden 300-400 sayfalık hadım edilmiş haline kadar birçok versiyonunu bulabilirsiniz. Ama bunlar Sefiller mi derseniz kelime anlamı ile gerçekten sefil durumdalar ama eserle ilgileri sıfır düzeyinde.
Ha bir de “Ya hu bunu bu zat dememiştir” diyerek o zat adına -özellikle İslamcı camiada- cümleleri eğip büken ve sansür uygulayan bir kesim var. Bu nedenle İslami eserlerin tercümelerine karşı bende yıllardır çok ciddi bir güvensizlik söz konusu.
En iyisi kütüphaneden bir test kitabı indirip çözmek. Tabii orada da birçok başka sorun var…