Sanki hepimizi bir otobüse bindirmişler, tam gaz oraya buraya vura vura gidiyoruz. Zifiri karanlığa inat, keskin virajlara inat tam gaz gidiyoruz.
Arada bağıranlar, ağlayanlar, isyan edenler oluyor. İnmek istiyorum diye… Kim duyacak? Bilmediğimiz yöne doğru, yürekler ağızda, her an uçurumdan düşecekmiş gibi tam gaz devam… Yönü bilen yok. Dağın başında mı duracak? Uçurumun kenarında mı kalacak? Bilen yok…
İçeride bol bol kavga gürültü… Gözünün üstünde kaşın var diyenler. Sen kimsin bizim tarafa gelmeye çalışıyorsun? Geç kendi tarafına. Biz en doğruyuz sizin gibi yanlış değiliz diyenler. Biz gerçeğiz siz yalansınız diye bağıranlar. Bir anlamda kimse kimseyi dinlemiyor, dinlese de anlayacak halde değil. Virajlarda kavga daha da alevleniyor.
Otobüste vura vura giderken bir taraftan da çok ciddi kararlar alınıyor. Örneğin ne olup bittiğini anlamadan bir baktık ki sistem değişmiş…
Bu bağlamda 2017 yılında anayasa değişikliği referandumu yapıldı, 2018’de sistem değişikliğine gidildi. Ve yeni sistemle birlikte birçok değişiklik yaşandı. Örneğin bazı kurumlar kapatıldı. Bu ne demek? Kapatılan kurumlarda yıllar içinde oluşan kurumsal hafızanın yara alması demek. Bununla birlikte daha merkezi bir yapı oluştu. Şeffaflık, hesap verebilirlik, liyakat, kurumsal kapasite, verimlilik gibi kavramlar neredeyse unutuldu. Ayrıca sistemle ilgili en çok şikâyet edilen konuların başında ‘keyfilik’ geliyor. Öte yandan yanlış kararları durdurabilecek ya da denetleyebilecek bir kurumun kalmadığı da söylenebilir.
Oysaki 2017 yılında AK Parti’nin referandum için hazırladığı kitapçıkta Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin genel faydalarını belirten bazı maddeler şöyleydi:
“Kalıcı siyası istikrar: Uzlaşma kültürü gelişecek.”
Şu an yaşadığımız iklimde uzlaşma kültürümüz gelişti mi?
“Hızlı ve etkili icraat: Hızlı ve etkili yönetim; ekonomik büyüme ve refah ve kalkınmanın garantisi olacak.”
Şu anki ekonomik rakamlarla istenen kalkınmayı gerçekleştirdik mi ya da refaha ulaştık mı?
Birçok ekonomistin karşı çıkmasına rağmen ‘Faiz sebep, enflasyon sonuç’ söyleminde ısrar edilmesi, çoğunlukla tecrübeli, bilgi birikimi olan kişilere yer verilmemesi ve ardı ardına gelen yanlış kararlar… Ya da BDDK Başkanının, TÜİK Başkanının hala görevde olması.
Bir taraftan da Mehmet Şimşek’in ekonominin başına geçmesiyle birlikte uçurumun kenarından dönüldü denilebilir. Şu an hanelere olumlu gelişmeler henüz yansımasa da Merkez Bankası rezervleri gibi, CDS primi gibi birçok göstergede güçlü bir şekilde iyileşme işaretleri gelmeye başladı. Ayrıca Pazartesi günü Şimşek’in kamuda verimlilik ve tasarruf paketi açıklayacaklarını belirtmesi de olumlu.
Tasarruf demişken kamu kurumlarındaki A8, A6 sevdasını anlayan beri gelsin. Hani yerli ve milli TOGG’larımız?
Tasarruf paketinin açıklanacak olması elbette olumlu bir gelişme, yalnız buna ne kadar uyulacak? Şu anki sisteme göre Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli bu konuda bir destek açıklaması yapsa sanki daha etkili olabilir.
Diğer taraftan geçen haftanın önemli konularından birisi de “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ydi. Öncelikle bu kadar önemli bir konu için verilen süre çok kısa. Zira 18 milyon öğrenciyi ve 1 milyondan fazla öğretmeni ilgilendiren bu konunun hakkıyla tartışılması gerekirdi. Şu an tartışılan çoğu meselenin köküne gittiğimizde karşımıza mutlaka eğitim sisteminde yaşanan aksaklıklar geliyor. Ki eğitimin delik deşik olduğu böylesi bir ortamda daha katılımcı bir çalışma ortaya konması gerekmez miydi?
Tartışmaları görünce müfredatın detaylarına bakmak istedim. Bakanlığın sitesinden detayları incelemeye başladım. Sayfalar dolusu metinler… En başta şunu sormak isterim: Yeni bir müfredata neden ihtiyaç duyuldu? Bu değişimle birlikte eğitimdeki hangi sorunlar çözülecek?
Açıkçası konuyla ilgili uzmanların bu metinlerle ilgili detaylı yorumlar yapabilmesi için zamana ihtiyacı olduğu muhakkak. Medyada gerekli tartışmaların yapılması gerekiyor. Sanki çok fazla yorum yapılmadan yeni müfredat uygulamaya geçsin der gibi bir hava söz konusu. Bizler otobüste birbirimize laf yetiştirirken yeni müfredatta bir taraftan uygulamaya konulsun der gibi. Aslında son dönemdeki anayasa tartışmalarına da böyle bakılabilir. İçeriğinin tam olarak anlaşılmasına gerek yok. Değişikliğin yapılması yeterli… Yalnız böylesi zor bir dönemde anayasanın değiştirilebileceği düşüncesinde değilim. Ki 50+1’in değiştirilmesi de pek mümkün görünmüyor.
Öte yandan otobüste virajları bir bir geçerken AK Parti ve MHP arasında karşılıklı mesaj trafiği yaşanıyor. Ve mesajların şiddeti de giderek ağırlaşıyor. Burada görünen tartışmalardan (Gezi Parkı davası, Sinan Ateş iddianamesi), konuşulan isimlerden ziyade tarafların “ortak stratejik amaçlarda” farklılaşmaya gidebileceği bir durum söz konusu gibi. Bu durumun nereye varacağını, bir yol ayrımına gidip gitmeyeceğini şimdiden kestirmek kolay değil doğrusu. Yalnız dışarıdan bakınca bile içeride derin ayrışmaların olduğu söylenebilir.
Son olarak böylesi zor bir gündemde otobüste oraya buraya vura vura giderken bir taraftan da günlerdir Özgür Özel’in görüştüğü Taha Hüseyin Karagöz'ü tartışıyoruz. Niye görüştü? Görüşmemesi gerekirdi gibi. Açıkçası kolay bir dönemden gelmiyoruz. Gece yarısı gazetecilerin evinden alındığı bir dönemden geliyoruz. Ki hala da böyle şeyler olabilir. Dolayısıyla doğal olarak duygularımız çok taze. Buna hiçbir sözüm yok. Bir taraftan da Karagöz’ün yaptığı haberlerle ilgili iyi ya da kötü toplumun gereken yorumu yapacağı düşüncesindeyim. Açıkçası bu meseleyle ilgili tartışmaların ‘nikâh davetiyesini ben olsam vermem’ cümlelerine kadar gelmesini yadırgadığımı belirtmek isterim.
‘Ben siyasetçiye, ünlüye vs. nikâh davetiyemi vermem’ gibi sözler… Sen vermeyebilirsin, ama bir başkası da verebilir. Bu nasıl bir yaklaşım? Herkes bizim gibi, senin gibi olmak zorunda mı? Bu bir seçimdir ve bu seçimin sadece kişiyi ilgilendirdiği düşüncesindeyim.
Ne diyelim? “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”, Özel’in Karagöz ile görüşmesi kadar gündem olmadı maalesef.
Dolandı sarmaşıklara dertler iğde çiçeklerine ağlayan gönül yorgun
Yıllarca yalanın içinde gerçeğin dışında aşkı arayan gönül yorgun…