Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Ekim tarihli konuşmasından yatırımcılarla ilgili bir bölümü belirtmek isterim:
“Türkiye’ye güvenip yatırım yapan hiç kimse pişman olmaz. Ülkemizdeki ve dünyadaki tüm yatırımcıları küresel üretim ve lojistik sisteminin yeni baştan kurulduğu şu dönemde Türkiye’nin kendilerine sunduğu imkânları ve fırsatları değerlendirmeye davet ediyorum. Gelin hep birlikte kazanalım diyerek kapılarımızın yatırımcılara sonuna kadar açık olduğunu bir kez daha tekrarlamak istiyorum.”
Bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 23 Ekim tarihli konuşmasına bakalım:
"Ülkemize yatırım yapacak, teknoloji getirecek, ihracatımıza, istihdamımıza, büyümemize katkı sağlayacak herkese kapılarımız da yüreğimiz de sonuna kadar açıktır."
Bu cümleler sonrasında soru şudur:
“Son dönemde hepimizin konuşmaktan yıldığı birçok alanda olumsuz yaşanırken yatırımcı güvenip gelir mi, yatırım kararı alır mı?
Açıkçası son yıllardaki rakamlara bakınca yabancı yatırımcının güvenmediği de görülmektedir. Haliyle yatırımcı öncelikle Türkiye’ye yatırım yaparken kendi ülkesiyle Türkiye arasındaki ilişkilere bakar. Sonrasında ülkedeki istikrara bakar. Genel iş dünyası ekosistemine bakar. Aslında tüm detayları inceler. Ve tüm koşullar uygunsa o ülkede yatırım yapmayı düşünür.
Dolayısıyla yatırımcılara sadece gelin demekle olmuyor. Yatırımcının gelmesi için tüm yeter şartların hazır hale getirilmesi önemlidir.
YATIRIMCI GÜVENİR Mİ?
Çalıştığım kurumdan henüz ayrılmıştım ve tam o süreçte, bir arkadaşım vesilesiyle ülkemize yatırım yapmak isteyen yabancı bir firmadan danışmanlık teklifi geldi. Tabii heyecanlandım ve detayları öğrenince de iş teklifini kabul ettim. Ve hemen hummalı bir o kadar da keyifli bir çalışmaya başladık. Öncelikle markanın Türkiye’de nasıl konumlanması gerektiği ile ilgili bir araştırma firması ile anlaştık. Ayrıca, pazarlamanın klasik 4P’si için yoğun bir tempo içine girdik. Ve birçok konu yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Markanın Türkiye için fiyat stratejisi, dağıtımının nasıl olacağı, bu arada bulunduğu kategoride genel rekabet analizleri yapılarak rakiplerin ne durumda olduğu gibi birçok konu netleşmeye başladı. Ve buna göre markanın stratejileri de ortaya bir bir çıkmaya başladı. Ayrıca bir taraftan da tutundurma çalışmalarına başladık. Bu gelişmeler yaşanırken markanın Türkiye sorumlusu ara ara ülkenin ekonomisiyle ilgili sorular soruyordu. Tabi o dönem ekonomik rakamlar böyle değildi. Dolayısıyla genel olarak tabloyu anlatıyordum. Ki kendileri de çok detaylı araştırıyordu. Bir anlamda en ufak olumsuz senaryo üzerine bile kafa yoruyorlardı.
Süreç boyunca her şey güllük gülistanlık değildi tabi. Ara ara sıkıntılar da yaşanıyordu. Marka ilk etapta ithalat yoluyla gelecekti ki bu konuda bazı sıkıntılar yaşandı. Ama aşılamayacak sıkıntılar değildi. Bir de tüm koşulların olumlu olması durumunda fabrika kurulması hedefi vardı. Aslında fabrikanın amacı iç piyasayla birlikte yakın bölge için de üretim yapabilmekti. Tabii bu da bizi ayrıca heyecanlandırıyordu. Ve sonunda firma yatırım yapmama kararı aldı. Ki bu karara gelene kadar aralar verildi, tekrar bakıldı vs. Dolayısıyla, bu kararın alınmasının altında birçok sebep var elbet. Asıl burada önemli nokta, bu sebeplerin en ayrıntılı şekilde araştırılmasıydı.
Aslında başından beri bu tecrübeyle gelmek istediğim nokta şudur:
Yatırım yapacak bir firma en ufak ayrıntıyı bile araştırıyor. Kılı kırk yarıyor desek yeridir aslında… Herhangi sıkıntılı bir durumda da hemen kendisine başka bir alternatif arayışına giriyor ve kuş olup başka bir destinasyona pır deyip uçuveriyor. Doğal olarak her yerde rakipler bekliyor ve fırsat ayaklarına gelince de fırsatı rakipler bırakmıyor.
Diğer bir ifadeyle yatırımcı öncelikle güvenmek istiyor, işlerini kolaylıkla yapabilmek istiyor, gecenin bir vakti bulunduğu sektör aleyhine oluşabilecek bir kararı duymak istemiyor. Bir anlamda yatırım yaptığı ekosistemin tüm sıkıntılardan arındırılmış olmasını istiyor. Ki öyle değilse, bu ekosistemi sağlayacak başka yerlere gidiyor.
Velhasıl;
Yatırımcının gelmesini istiyoruz. Ki bunu hepimiz gönülden istiyoruz.
Zira yeni yatırımların yapılması, yeni iş sahası, fabrikaların açılması, gençlerin iş bulabilmesi, işsizliğin bir nebzede olsa azalması anlamına geliyor.
O zaman soru şudur: Yatırımcılar canı gönülden ülkemize davet edilirken neden istenen rakamlarda gelmiyor?
Güven kavramı zedelendiği için olabilir mi?
İYİ Parti’nin 4. yaşı kutlu olsun
Dün İYİ Parti’nin kuruluşunun 4. yılı Haliç Kongre Merkezi’nde kutlandı. Salonda değildim ama sosyal medyadan izlediğim kadarıyla ilk bakışta çok coşkulu bir toplantı izlenimi veriyor. Büyük bir titizlikle tüm detayların düşünüldüğü ve dolayısıyla ardında çok ciddi bir mutfak çalışmasının olduğu görünüyor.
Siyasi mesajlar ayrıca tartışılır ama benim özellikle dikkatimi çeken şudur:
“Adalet herkes için eşitlenecek”, “Bereketli bir Türkiye’ye kavuşacağız”, “Geleceğe miras bir çevre bırakacağız” gibi argümanlarla kitlelerin “coşku çekiciliği” tekniği kullanılarak ikna edilmesi hedefleniyor sanki…
Coşku çekiciliği; kalabalıkları heyecanlandırmak, kalabalıkları bir arada tutmak, kitlelerin desteğini artırmak ve asıl kitlelerin harekete geçmelerini sağlamak için kullanılan bir tekniktir. Ki bu tekniği tüm bu hazırlıkları yapan ajansın iyi bildiği düşüncesindeyim.
Ayrıca, toplantıyı başından sonuna kadar izleyince kitleleri harekete geçirmeye yarayan “coşku” kavramının altı çizilmiş gibi hissettim. Bir de İYİ Parti’nin yeni şarkısını duyunca nedense Ak Parti’nin Dombra şarkısı geldi aklıma…
Aslında bu toplantıyla merkeze iddialı bir şekilde yürüyen bir parti resminin altı özellikle çiziliyor denilebilir.
Değişiklik olarak da şu söylenebilir: Hep değil ama genelde muhalefet tarafında gördüğümüz “korku çekiciliği” tekniğinin kullanılmasıdır. Ki muhalefet tarafı korku çekiciliği tekniğini 2017 anayasa referandumunda kullanmıştı.
Bu vesileyle, İYİ Parti’nin 4. yaşı kutlu olsun…