“Bizi esas hayal kırıklığına uğratanlar ise iki yüzyıllık zihni ve sosyal birikim üzerine oturan bir iktidarı sürdürebilmek için bütün o birikimin zihnî ve insanî mirasının tarumar edilmesine sessiz kalan kanaat önderleri, ilim adamları, aydınlar, vakıflar ve sivil toplum kuruluşlarının nihai kertede değer ve ilke odaklı değil güç-odaklı bir tavır takınmış olmalarıdır.”
Ahmet Davutoğlu’nun Serbestiyet röportajında belirttiği bu cümle çok önemli. Bir taraftan da ne zamandır üzerinde düşündüğüm ve cevabını aramaya çalıştığım da bir mesele.
Ama önce röportajdaki bu bölümü detaylandırmak isterim:
“Bu kadar derin ve yaygın bir yoksullaşma yaşanırken, adalet sistemine güven tarihin en düşük seviyesine inmişken, geniş kitlelerin özgürlükleri her geçen gün kısıtlanırken, yolsuzluklar her kuruma ve her alana bir virüs gibi yayılmışken bütün bu çürümenin sorumlusu olan iktidarın geniş muhafazakâr kitlelerden onay almasının sebepleri üzerine hepimizin yoğunlaşması lazım. Ülkemizin geleceği bu konuda verilecek doğru cevaplara bağlı, çünkü bu kitlelerin ikna edilmediği bir sürecin başarılı olma şansı nerdeyse yok.”
Başlamadan önce şunu özellikle belirtmek isterim. Bu konunun asıl ‘uzmanlar’ tarafından araştırılması önemlidir. Başıyla, sonuyla, tüm değişkenleriyle masaya yatırılması, tartışılması gerekir.
Bu denli olumsuzluğa, çürümeye, yozlaşmaya, haksızlığa rağmen çözülme neden gerçekleşmiyor?
Açıkçası uzun zamandır bu sorunun cevabını sahada arıyorum.
Ama kolay değil…
Ki yaşadığımız dönem de kolay değil. Etrafımızdaki her şey hızla değişiyor, hayat tarzımız değişiyor, tüketim alışkanlıklarımız değişiyor, belki de hayata bakışımız ve en önemlisi hayattan beklentimiz değişiyor.
Ayrıca teknolojiyle birlikte bu değişimin hızı da artmıştır kim bilir?
Dolayısıyla tam cevabı alacakken işin içine başka yargılar giriyor. Ya da hemen savunmaya geçiliyor. Evet, maalesef ara ara böyle olumsuzluklar var ama onlar da şöyle, bunlar da böyle diye…
Yalnız bu sözler dile getirilirken de içten içe ta derinden gelen endişe hissediliyor. Konuşurken ara ara gözler kaçırılıyor. Göz göze gelmek istenmiyor.
Sanki gözlerime o an bakıldığında içte hissedilen endişe, üzüntü dışarıya fırlayacakmış gibi. Bir taraftan da her şey yolundaymış gibi davranılıyor.
Yüreklerde, derinlerde endişenin, üzüntünün olduğu düşüncesindeyim. Kendileri bile endişenin, üzüntünün ağırlığının tam olarak farkında olmayabilir. Ama bir rahatsızlık olduğu düşüncesindeyim.
Bundan bir, bir buçuk yıl önce bu rahatsızlığı daha az gördüğümü söyleyebilirim. Ama sanki git gide burada bir yükseliş söz konusu.
Evet, tam bir köpürme yok, tam bir su yüzüne çıkma yok ama derinlerde de değil artık.
Belki iddialı gelebilir ama yavaşta olsa bazı kırılmalar yaşanmaya başlayabilir. En azından yalanın yalan olduğu, gerçek olmadığı daha çok görülebilir, fark edilebilir. Manipülasyonun etkisi de eskiye nazaran azalabilir.
Ve kendilerini rahatsız eden gerçekler daha su yüzüne çıkabilir, cılız da olsa buna göre bir tutum ortaya çıkabilir. Tabii burada en önemli değişken zaman… Zaman değişkeniyle ilgili değerlendirme yapmak da kolay değil. Bu biraz da ortaya çıkanların ne denli kitleselleşeceğiyle ilgili doğrusu.
Geleneksel muhafazakârlık döneminin bitip bitmediği uzmanların tartışacağı bir alan olarak belirtilebilir. Bu tartışmaya küçük de olsa ekleyebileceğim şey şudur: Yalanın yalan olduğunun daha fark edilebileceği, içteki rahatsızlıkların cılız da olsa ortaya çıkabileceği söylenebilir.
Yazının başındaki ‘bunca olumsuzluğa sessiz kalan kanaat önderleri, ilim adamları, aydınlar, vakıflar ve sivil toplum kuruluşlarının nihai kertede değer ve ilke odaklı değil güç-odaklı bir tavır takınmış olanlar’ ile ilgili olarak ise şunu belirtmek isterim:
Açıkçası bu sessizliği ancak tabandan gelen kırılma kırabilir gibi görünüyor. Normalde tam tersinin olması beklenir. Dolayısıyla yukarıda belirttiğim üzere ortaya çıkacak rahatsızlıklarla birlikte geç de olsa ses gelmeye başlayabilir.
Sessiz kalanlara ne diyelim?
Dökülür pullar düşer tepelerden / Yerinde durmaz gölgem kaçar gider
Ağır gelir, gücüm yetmez bir başına deviremem şu dağları / Gökyüzü ağladı, sular duruldu, kör kuyular kapandı
Kayboldum dedim durdum da elimde papatyalarla buldum bildiğimi