Ne üzücüdür ki; Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu: “AK Parti ve MHP bayramlaşma talebimizi reddetti” diyor. Böylesi olağanüstü günlerden geçilirken bayramlaşmanın bile yapılamadığı bir ortamda; ortak akıldan, çözümden ve siyasi nezaketten nasıl bahsedilebilir?
Ne üzücüdür ki; geçen yıl 9.8 milyon ton buğday ithalatı yapan ülkemiz, buğday almak için 2.3 milyar dolar ödeyerek dünya buğday ithalatında birinci sırada yer alıyor. Diğer taraftan da buğdayın anavatanı olarak biliniyor ülkemiz…
Ne üzücüdür ki; dün gördüğüm bir habere göre, “Tarım ve Orman Bakanlığı, Erzincan'ın farklı bölgelerinde bulunan 10 dağ keçisinin avlanması için ihale açtı.” Yıllardır hayvanların huzurla yaşayacakları yerler ellerinden bir bir alınıyor, şimdi de canlarını almak için ihale duyurusu yapılıyor.
Ne üzücüdür ki; hâlihazırda “İstanbul Sözleşmesi” tartışmaları devam ederken, kadına yönelik şiddet kapsamında her geçen gün, saat, dakika ve saniye gelen kötü haberler artıyor maalesef…
Ne üzücüdür ki; Kariyer ve Yetenek Yönetimi Derneği’nin verilerine göre; Türkiye genelindeki üniversite mezunlarının yüzde 42’si iş bulamıyor.
Ne üzücüdür ki; “Kanal İstanbul” projesinin tarım alanlarını da yok edeceği gerçeği ile karşı karşıyayız. Zira geçen hafta gördüğüm bir haberde, Kanal İstanbul Projesi'nin ilk 3 etabının imar planlarının askıya çıktığı ve buna göre ormanlar, tarım alanları ve meraların imara açıldığı belirtiliyor. Ve çarpıcı olan ise; tam da tarım ve hayvancılık sektörünün stratejik öneme sahip olduğu bugünlerde, Kanal İstanbul ile 10 bin hektar tarım alanının kaybedileceği ifade ediliyor.
Sosyal medyada Dr. Mahfi Eğilmez’in yayımladığı “Dolar, Euro ve Altın” konulu yazısından bir bölümü aynen belirtmek isterim:
Ne üzücüdür ki; Dr. Mahfi Eğilmez: “Bundan sonra ne olur? Bunu öngörmek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü işler öngörülebilir olmaktan çıkmış bulunuyor. Öngörülebilir olmaktan çıkmış bir ekonomide riskler arttığı için maliyetler de artacak demektir.” diyor.
21. YÜZYIL SORUNLARI ÜZERİNE
Görünen o ki, koronavirüs dünya genelinde siyasi liderlere ve kurumlara kolayca yönetemeyecekleri şekilde meydan okuyor. Elbette, dünya olarak böylesi bir duyguya alışmak da kolay değil doğrusu…
Sanki koronavirüs ile birlikte dünya genelinde yaşanan tüm sıkıntılar daha da gün yüzüne çıktı. Bu süreç ve asıl bilgi çağının da hayatımıza getirdiği tüm yenilikler ile birlikte birçok şey daha da hızlandı gibi…
Ve asıl toplumu yönlendiren liderler, değerler, kurumlar ve fikirler önümüzdeki mücadeleler tarafından ciddi şekilde test edilecek gibi görünüyor.
Zira son yazılarımda özellikle belirtiyorum ki; ortak bir kader duygusu geliştirilerek ancak çözülebilir bugünün meseleleri…
Tamam, da nerede? Bayramlaşmada bile bir araya gelinmek istenmeyen bir ortamda nasıl ortak bir kader duygusu geliştirilebilir?
Ve yine yeniden cevaplanamayan sorular, sorular…
Son olarak, dünya meselelerinin analiz edildiği bir makaleden kısa bir bölümü aynen aktarmak isterim:
“21. yüzyıl sorunlarının birçoğu hem ulusal hem de küresel yönetişim kurumlarını ezmekle tehdit ediyor. Bu sorunlar kısaca; Çin'in yeni bir tür ekonomik ve jeopolitik meydan okuyucu olarak ortaya çıkması, siber ve biyolojik silahlarda artan silahlanma yarışları, küresel popülizm ve milliyetçilik dalgalanması ve hızla değişen finansal piyasalardaki artan riskler olarak ifade edilebilir.”
Bu noktada sorulması gereken soru şudur:
“21. yüzyıl sorunlarına ne kadar hazırız ya da nasıl hazırlanıyoruz?”
* * *
Geçen hafta birkaç günlüğüne Ege taraflarında küçük bir kasabaya tatile geldim. Ve fakat neler neler ile karşılaştım. Şöyle ki:
Sahillerin tamamen sigara izmaritleri ve aslında kullanılan tüm çöpler ile bırakılması,
Sosyal mesafenin neredeyse hiç hatırlanmaması,
Maske kuralına pek uyulmaması,
Kalabalık ortamların çok yoğun olması,
Özetle, koronavirüs kavramının ve çevre duyarlılığının da neredeyse unutulmuş olması…
Ayrıca, sahilde bir gencimizin içtiği su şişesini kimse görmeden kumsala gizlemeye çalışmasına ne söylemek gerekir? Oysaki çöpe atması ne kadar da kolay… Bu süreçte çevreye daha da duyarlı olmamız gerekirken; tam tersine çevreye daha çok zarar vermemiz nasıl izah edilir?
Gelinen bu noktada, çevremiz, aslında dünyamız da bir anlamda bizim ortak evimiz değil midir? Kendi evimizi nasıl temiz tutuyorsak, bu alanları da hepimizin temiz tutma sorumluluğu yok mudur? Tam da salgın ile boğuştuğumuz bugünlerde çevremize çok daha dikkat etmemiz gerekmez mi?
Bu salgında görüldü ki, hepimiz birbirimizin sağlığından sorumluyuz. Ona göre de sorumlu davranmamız gerekiyor. Uzmanların ne söylediği de çok önemli tabii…
Ve fakat gel gör ki, bu birkaç günde gördüklerim tüm bu kâğıt üzerinde söylenenlerin tam tersi maalesef…