Modelden modele savruluyoruz. Söylemden söyleme koşuyoruz!
Günlerdir Çin modelini konuşuyoruz. Çin modeli şöyle, Çin modeli böyle… Modeli savunanları dinleyince neredeyse bu iş tamam duygusu ortaya çıkıyor. Yeter ki biraz zaman, biraz sabır. Gerisi bizde… Diğer taraftan ekonomistleri dinleyince de ciddi şekilde cevaplanamayan sorularla karşı karşıyayız. Bu arada, Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin “Bizim modelimiz Çin Modeli, Güney Kore modeli filan değil. Bu, Türkiye modeli.” demesiyle birlikte bugüne kadar Çin modeli üzerinden yürüyen tartışmalarda sona ermiş oldu.
Modelin detaylarını bilmesek de görmesek de en azından modelin ismi belli oldu.
Aslında son dönemde bu model üzerinden yürüyen tartışmalar bizim pek de yabancısı olmadığımız bir durum… Şunu demek istiyorum:
Yıllardır ulaşılması, aşılması gereken hep bir dağ, hep bir tepe retoriği ile karşı karşıyayız.
“Şurayı da geçelim tamamdır. Biraz sabır. Az kaldı. Çok az kaldı. Bizim milletimiz sabırlıdır. Elbet bu günlerde geçecek” diye diye boşa geçen onca zaman. Heba edilen onca kaynak (ekonomik kaynaklar, insan kaynağı vs.)…
Bir anlamda bizim bu halimizi, içinde bulunduğumuz bu durumu şu deyim çok güzel açıklıyor düşüncesindeyim.
“Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.”
Yani sürekli bitmeyen ama bir türlü gerçekleşmeyen hedefler, modeller, söylemler… Aslında buraya kadar olan biten yıllardır hep alışık olduğumuz durumlar belki de…
***
Şimdi gelin Başkanlık sistemiyle ilgili görüşlerinin sorulması üzerine Erdoğan’ın 2013 yılında bu konuda söylediklerine bir bakalım:
“Bakın şu anda G20'ye gelen ülkelerin neredeyse yüzde 80'i başkanlık sistemiyle yönetiliyor. Böyle bir tablo var. Şimdi dünyanın gerçeklerini görmek durumundayız. Bu G20, dünya ekonomik yapısı içerisinde yüzde 90'ı ekonomik ağırlık olarak G20 teşkil ediyor. Bütün bunlardan bir şeyler çıkarmamız lazım. Bir ders çıkarmamız lazım. Neredeyiz, nereye gidiyoruz? Eğer hakikaten çok yoğun, çok pratik neticeler alabilmek, işler yapabilmek istiyorsak, hakikaten sistemin bir gözden geçirilmesi, bu sistem içerisinde de bizim çok daha süratle üretim yapabilecek imkânlara kavuşmamız lazım.” (6 Eylül 2013, Anadolu Ajansı)
Şimdi de bir başka konuşmaya dikkat çekmek isterim:
Başkanlık sistemini savunmak üzere organize edilen bir toplantıda Burhan Kuzu (Akşam, 6 Nisan 2013) vatandaşları başkanlık sistemine geçilmemesi durumunda meydana gelecek ekonomik kriz konusunda uyarmıştır: “Eğer Türkiye başkanlık modeline geçmezse, koalisyon denilen o meret, o Allah’ın baş belası o tablo Türkiye'ye bir daha gelirse 2023'ü de 2071'i de unutun. Türkiye bugün Avrupa’da gördüğümüz ekonomik kriz geçiren ülkelerin durumuna düşer.”
Tabi bu konuşmaların sonrasında köprünün altından çok sular aktı, çok badireler atlatıldı, çok dağ, çok tepe aşıldı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçildi.
Ne oldu peki? Geçer geçmez ekonomiyle ilgili rakamlarda olumlu anlamda bir gelişme yaşandı mı? Şahlandık mı? Maalesef son dönemde çoğu rakamın kötü olduğu hepimizin malumu…
Ve şimdi de yeni bir dağ ya da tepe retoriği olarak, yazının başında belirttiğim Türkiye modelinden bahsediliyor.
Yani anlayacağınız hep bir ulaşılacak hedef var. Aşmamız gereken tepeler, dağlar, maviler var. Bir de ne kadar da bu dağları aşmaya, mavilere ulaşmaya çalışsak da bir türlü rahata eremiyoruz, şöyle rahat bir nefes alamıyoruz.
Hep bir varlığa gelmek için çabalarken, buluyoruz kendimizi yokluk macerasının içinde belki de… Öyle ya… Bu da bizim kaderimiz olsa gerek…
Anlayacağınız hep dertliyiz, hep kaybedeniz!
***
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesiyle birlikte zaten bünyesinde birçok sıkıntıyı barındıran demokrasi kavramı gittikçe gücünü, kuvvetini kaybetti denilebilir. Bu noktada, son dönemde, yönetimdeki artan otoriterleşme kendini ifade özgürlüğünün kısıtlanması, yargı ve medya bağımsızlığının yara alması, muhalefete tahammülsüzlük gibi birçok konuda gösteriyor.
Geldiğimiz noktada, bugünlerde üzerinde çok fazla tartışılan konulardan biri olan demokrasinin ekonomik büyüme üzerindeki etkisiyle ilgili olarak birçok araştırma yapılmıştır. Yapılan araştırmalara örnek verecek olursak;
Acemoğlu ve diğerleri (2015)’nin makalesindeki bulguya göre, demokrasi ile gelecekteki kişi başına GSYH arasında, iktisadi ve istatistiki olarak önemli pozitif korelasyon tespit edilmiştir.
Oliva ve Rivera Batiz (2002)’in makalesindeki bulguya göre, demokrasi büyümeyi pozitif etkilemektedir. Bu etki çoğunlukla istatistiksel açıdan anlamlıdır.
Diğer taraftan Drury ve diğerleri (2006)’nin makalesinde ulaşılan bulguda ise, demokrasinin ekonomik büyüme üzerinde herhangi bir anlamlı etkisi yoktur.
Beşkaya ve Manan (2009)’ın makalesinde de ulaşılan bulguya göre; demokrasi ve iktisadi performans arasında kesin bir ilişki tespit edilememiştir. (Kaynak: Barış, Erdoğmuş, 2017)
Dolayısıyla ekonomik büyümeyi sadece demokrasi üzerinden açıklamak yeterli olmayabilir. Burada yönetim konusunu da eklemek faydalı olacaktır düşüncesindeyim. Yani sistem değişikliğiyle birlikte demokrasi kavramında birçok sorunla karşı karşıya kaldık ama bir taraftan da yönetim konusunda da ciddi sıkıntılar baş gösterdi. Önceki yazılarımda da belirttiğim üzere, özellikle rasyonel yönetim anlayışıyla makasın açılması bir anlamda liyakat kavramının unutulması ya da kurallı yönetim ve kurumsal kapasite kavramlarının zarar görmesi bu kötü gidişata çarpan etkisi yapıyor olabilir.
Örnek verecek olursak;
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş sürecinde Türkiye’de köklü geçmişi olan ve başarılarını kanıtlamış olan Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü, Hazine Müsteşarlığı, Devlet Personel Başkanlığı gibi birçok kurum kapatıldı. Ayrıca, 2011 yılında da Devlet Planlama Teşkilatı kapatıldı.
Bu konuyla ilgili yazdığım yazıda belirttiğim soruları tekrar sormak isterim:
Kapatılan kurumlarda yıllar içinde oluşan kurumsal hafızaya ne oldu? Kurumların kapanmasıyla birlikte kararlar daha rasyonel, daha etkili, daha hızlı ve daha sağlıklı bir şekilde mi alındı? Ayrıca yıllar içinde oluşturulan bilgi birikiminin yerine ne konuldu? Ve yıllar içinde tecrübe kazanmış, bir anlamda yılların kurumsal hafızasını bünyelerinde taşıyan bu insan kaynağı yeni sistemde nasıl kullanıldı?
Diğer taraftan geçenlerde iktisatçı Erhan Usta, Karar Gazetesi Yazarı Taha Akyol’un sorularını cevapladı. Cevaplar arasında Usta’nın şu cümlesi çok dikkat çekicidir:
“Biz Devlet Planlama Teşkilatını kapatırken, Çin bunları güçlü bir merkezi planlama ile yaptı. Devlet kapitalizmi ile özel sektör iş birliğini güçlü bir şekilde koordine etti. Sanayisini güçlendirdi, dönüştürdü. Teknolojiye yıllarca yatırım yaptı. Şu anda dünyada 500 büyük şirket sıralamasında ABD’yi geçerek ilk sıraya yükseldi.”
***
Son olarak, Habertürk’ten Sevilay Yılman’ın sorularını yanıtlayan Nureddin Nebati’nin, Yılman’ın “Peki bu modeliniz ya tutmazsa?” sorusuna verdiği şu cevabı belirtmek isterim:
“Üzülürüm. Çünkü ya kahramanı olacağım çocuklarımın. Ya da boynu bükük bir şekilde eve döneceğim ve onların da boynunu bükmüş olacağım. Ben eve boynu bükük dönemem. Çünkü eğer öyle dönersem bilirim ki sokaktaki vatandaş, Dicle’deki çoban artık benden umudunu kesmiştir. Boynum bükülürse işçilerin artık mutlu olmadığını, patronların benden nefret ettiğini, siyasete ve Türkiye’ye zarar verdiğimi düşünür, üzülürüm.”
Nedense bu cümleyi okuyunca “rasyonel yönetim” kavramından ne denli uzaklaştığımızı düşündüm.
Ve ben de üzüldüm!