İçerideki tartışmalara küçük bir ara verip perdeyi açığımızda dışarıda müthiş bir karışıklık duygusuyla karşı karşıya kalıyoruz.
Daha otoriter, kuralların hemen hemen işlemediği, güçlünün gücünü korumaya çalıştığı zayıfın da ezildiği ara bir dönemde gibiyiz. Bir anlamda genel bir tıkanmadan da söz edilebilir.
Bir taraftan da yeninin arayışı içinde en başta güvende olma duygusu en önemli faktör olarak karşımıza çıkıyor. Bu ara dönemden güvenli bir şekilde, sağlam bir şekilde çıkış en baş hedef olarak görülüyor. Özgürlükler sonra da gelebilir diye düşünülüyor. Buradan özgürlüklerden yana olmadığım düşünülmesin. Vaziyeti belirtiyorum.
Bir anlamda ülkeler böylesi zor bir süreçte elindekini koruma eğiliminde. Daha kendi içine çekilmiş durumda da denilebilir. Ayrıca yeni sorunlarda istenmiyor, sınırlarını sıkı sıkıya yeni göç hareketlerine karşı kapatıyor.
‘Yeni’ ortaya çıkana kadar savunma halinde olma, güvende olma ihtiyacı olarak da belirtilebilir.
Peki, böyle bir dönemde içeriye baktığımızda ne görüyoruz?
Genel olarak muhalefet tarafında dağınık bir yapı ama iktidar tarafında da birçok soruna cevap verememe hali. Tüm bunlara kutuplaşmayı da eklemek gerekiyor.
‘Biz’ duygusunun üretilemediği, tarafların birbirinden üstün gelmeye çalıştığı bir süreç.
Kalabalıklar dışarıda olup biteni tam detaylarıyla bilmese de birçok şeyin ters gittiğinin farkında. İçin için güvenlik ihtiyacı hissediliyor. Biz duygusunun olmadığı bu durumda da ne yapacak?
En başta ülkeler gibi bireyler de kendisini korumaya alacak. Yani genelden özele keskin bir durum ile karşı karşıyayız. Bu koruma hali de kutuplaşmayı ister istemez beraberinde getiriyor.
Genel olarak muhafazakârlar bir tarafta, sekülerler bir tarafta, Kürtler bir tarafta.
Ve böylesi sert bir dönemde kalabalıklar kendisi için yeri geldiğinde sert tutumlar takınacak liderlerin peşinden gidiyor.
O da olur, bunu da yapalım diyenin değil yeri geldiğinde keskin manevralar yapabilecek liderler aranıyor. Bir anlamda kendi güçsüzlüğünü dışarıdaki tehlikelere, belirsizliklere karşı bu şekilde korumuş, muhafaza etmiş oluyor.
O yüzden de ‘güçlü liderlik’ hiç olmadığı kadar talep edilen bir liderlik tarzı olarak karşımıza çıkıyor. Sahadaki ‘açık hava odak görüşmeleri’ sonucunda bunu birebir gördüğümü de söyleyebilirim.
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan vazgeçilmemesinin bir sebebi de bu. Ne kadar sorunlar da olsa, ekonomik kriz ciddi şekilde hissedilse de özellikle muhafazakârlar başka bir tarafa bakmak istemiyor. Bilhassa eskide yaşanan travmalarında etkisiyle Erdoğan muhafazakârların doğal lideri olarak görülüyor. Bunları söyleyince Erdoğan’ı övdüğüme dair okuyuculardan bazen yorumlar geliyor. Yalnız bir analiz yaparken tüm faktörlerin olduğu gibi belirtilmesi gerekir. Ne az, ne de çok, olduğu gibi… Ayrıca şunu da eklemek isterim. İlk defa Erdoğan gibi Hakan Fidan’ın AK Partililer tarafından güçlü bulunduğunu söyleyebilirim. Sahada bir amcamız ‘Bu karışık dönemde bize bir yiğit gerekiyor’ diyerek olumlu anlamda Fidan’ı işaret etti.
Diğer taraftan yeni hükümet sistemiyle birlikte bireyler kendisinden olanı Cumhurbaşkanı olarak görmek istiyor. Açıkçası kutuplaşmanın da asıl neşet ettiği, ürediği yer burası. Öteki gelmesin, bizden olan gelsin. Bu durumda Erdoğan’ın liderliğine ayrı bir güç katıyor. Ne kadar sorun olursa olsun bizden birisi devletin başında deniyor. Ayrıca merkeze konumlanan kalabalıklar gücünü kaybetmek istemiyor. Erdoğan ile ilgili damarın derinliğinden kastım tam da burası. Öte yandan bu durumun bozulacağını gören, hisseden kalabalıklar hemen savunmaya geçebiliyor.
O yüzden de yerel seçimler kapsamında kutuplaşmanın üzerine gidilmemesi önemli. Buranın kapağı açıldığı an olacaklar üç aşağı beş yukarı bellidir.
Peki, bu durumda kendisini öteki gibi hisseden, gören ne yapacak?
Daha da agresifleşecek, kendisini daha da yalnız hissedecek. Dolayısıyla merkezden uzak partilerin bu süreçte daha görünür olmasının bir sebebi de bu olabilir.
Bir taraftan da kapsayıcı olan, bireylerin yalnızlığına, yoksulluğuna olumlu anlamda dokunan bu süreçte daha avantajlı olabilir. Günlük hayatında problemlerine çözüm getiren daha dikkat çekebilir. Duygusal olarak kırılganlık bu süreçte fazla olduğu için kendisine yakın olana tutunma isteği de bir o kadar güçlü olabilir.
İşte bu noktada yazıp çizen, konuşan, derdini anlatmaya çalışanların sorumluluğunun eskiye nazaran daha da arttığı düşüncesindeyim. Zira kutuplaşmanın köküne bir odun daha atmaktansa bu sıkışık, tıkanmış süreçte kitlelerin nefes alması için yeni yollar açmak gerekiyor.
Bu noktada hafta içinde sahada görüştüğüm Kürt kardeşimiz şunu söylüyor:
“Başak Demirtaş aday olsaydı oyumuz silme Demirtaş’larındı.”
Şimdi bu cümle ilk başta genel olarak yerel seçimlerle ilgili bir cümle gibi gelebilir. Ama derinlerine inince burada Selahattin Demirtaş’la ilgili güçlü bir damar olduğu görünüyor. Bu arada buna benzer cümleleri birçok kişiden duydum. Tam da bu noktada bu damarın altındaki dinamiklerin neler olduğuna bakılabilir ya da direkt olarak bu alan eleştirilip hiç yokmuş gibi de davranılabilir. Açıkçası hiç yokmuş gibi davranmanın pek bir faydası olamayacağı ortada.
Başka bir örnek olarak sahada bir kardeşimiz şunu söyledi:
“Yeter artık hayat tarzımıza karışılmasın. Nefes almak istiyorum, özgür olmak istiyorum. Her yerden üzerimize geliyorlar sanki…”
Şimdi bir kesim bu kardeşimizi eleştirebilir. Yok, böyle bir şey diyebilir. Kimse kimsenin hayat tarzına karışmıyor deyip savunmaya geçebilir, eleştirilerin şiddetini yükseltip konuyu orada kesebilir. Yalnız bu kardeşimiz kendisini kötü hissetmeye devam edecek.
Özetle, bu zor dönemde ateşi körükleyenlerden ziyade nefes alanları açanlara ihtiyacımız hiç olmadığı çok…