Sinema endüstrisi sayesinde zombinin ne demek olduğunu artık hepimiz biliyoruz.
“Zombi” kavramının esas kaynağı, büyücü yahut şaman hekimler tarafından yapılan “kara büyü” ile diriltilen ölülere dair efsaneleriyle Haiti folkloru.
Filmlerde, romanlarda, bilgisayar oyunlarında bu kadar işlenen “zombiliğin” artık bir arketip olduğu söylenebilir.
Zombiler yürüyen ölülerdir.
Konuşamaz, arkadaşlık kuramaz, organize olamazlar ama kalabalık sürüler halinde dolaşırlar.
Isırıp zombileştirdiklerinin aralarına katılmasıyla sayıları durmadan artar.
Akılları, iradeleri yoktur.
İdealleri, hayalleri, projeleri yoktur.
İnançları, ilkeleri, kuralları, hassasiyetleri, kırmızı çizgileri yoktur.
Şeytani bir gücün oynattığı kuklalara benzerler.
Ahlaki kaygıları, utanmaları, çekinmeleri de yoktur. Zaten ölü olanın çekineceği ne olabilir?
Onları harekete geçiren yegane duygu, ne yaparlarsa yapsınlar gideremedikleri açlıklarıdır.
Yamyamdırlar. Açlıklarını gidermek için sürekli av ararlar ama birbirlerini yemezler.
Hedefleri canlı insanlardır. Avladıklarını öldürmekle kalmaz, kendileri gibi bir zombiye çevirirler.
***
Peki nedir vahşi zombi hikayelerini izleyiciler, okurlar için böyle cazip yapan?
Zombi hikayeleri aslında, sosyal yapının hızla yıkıldığı, medeniyetin çöktüğü, insanlığın “doğa haline” döndüğü birer distopyadır.
Belki de seyirciler, gayet muhtemel ve yakın olduğunu hissettikleri bir kıyamet senaryosuna ilgi göstermektedir.
Zombi filmlerinin pek çoğunun alt metni şunu söyler:
Bugün içinde yaşadığımız, kurallarıyla kurumlarıyla gayet sabit ve istikrarlı sandığımız medeniyet aslında son derece kırılgandır.
Gün geçtikçe hayat şartları ağırlaşan, haksızlığa uğrayan ya da uğramaktan korkan, huzurunu, yaşama sevicini, ümidini, toplumsal yapılara dair inancını kaybeden, içten içe ölen kimselerin hukuki, ahlaki, içtimai kurallara uymayı sürdüreceğinin bir garantisi yoktur.
Üstelik böylelerinin sayısı hızla artmaktadır.
Toplum göz açıp kapayıncaya kadar büyük bir türbülansa, kaosa, anomiye, kıyamete sürüklenebilir.
Böyle bir durumda artık bir “ethos” kalmayacağı için hiç kimse emniyette olmayacaktır.
Bu perspektiften bakıldığında aslında bir “zombi kıyametine” doğru ilerlediğimiz söylenebilir!
Ahlâken ölmüş, maddi çıkarlarını korumak ve arttırmaktan başka gayesi kalmamış zombiler, kendileri gibi olmayanları istismar ederek zombileştirmektedir.
Mesela çalışkan, zeki, azimli, iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe, hukuka inanan bir genç tasavvur edelim.
Bu genç bir kamu görevi için açılan sınava girip birinci olduğu halde, herhangi bir etik değer-ilke, kanun-kural, doğru-yanlış, haram-helal tanımayan, içindeki insanı öldürmüş bir “zombi”, torpille başka bir zombiyi, işi hak eden gencin yerine atadığında onu “ısırmış” olur!
Hakkı (ve hayatı) zombiler tarafından yenilen genç de, hayatta kalmak için başkalarının hakkını yemekten başka bir yol olmadığına inanan zombilerin arasına katılır.
Hayatı paylaştıkları insanların, içinde yaşadıkları toplumun hakkını hukukunu gözetmeyen, kendi maddi çıkarlarının, ihtiraslarının ötesinde hiçbir değer tanımayanlar, yürüyen ölülerdir.
Siyasi gücünü gayri meşru şekilde zenginleşmek için kullanan her politikacı, makamını kişisel çıkarları için kullanan her bürokrat, işini yapmak veya yapmamak için rüşvet alan her memur, insanlıktan çıkmış, değerlerini yitirmiş, ihtiraslarının, maddi açlığının kölesi olmuş bir zombidir.
Bunlar her haksızlıklarında, her kanun dışı işlerinde kendileri gibi zombiler yaratmaktadırlar ve zombilik bir salgın gibi yayılmaktadır.
Şimdi durup kendimize soralım: Biz bu zombi kıyametinin neresindeyiz?
Yeri geldiğinde zarara uğramak pahasına başkalarının hakkını hukukunu gözetiyor muyuz?
Bizi insan yapan değerleri muhafaza ediyor muyuz?
Yoksa yavaş yavaş yürüyen bir ölüye mi dönüşüyoruz?
Zombilerle, zombilikle mücadele ediyor muyuz?
Yoksa zombi ordusuna yazılmak için sıra mı bekliyoruz?
Unutmayalım: Zombi istilası bir kıyamet senaryosudur, ancak tam bir çöküşle, -zombilerin kendileri de dahil- herkesin helak olmasıyla son bulur.
Ama zombiler bunu öngöremezler!