Hayat çok karmaşık.
Olan biten şeylerin mahiyetini öğrenmek, neyin neden kaynaklandığını ve niçin öyle olduğunu kavramak, ne gibi sonuçlar doğuracağını tahmin etmek üst düzeyde bir zihinsel donanım ve gayret gerektiriyor.
Bazen bunları sağlamak bile kifayet etmeyebiliyor.
Fakat biz ne olup bittiğini anlasak da anlamasak da hayat devam ediyor.
Son derece sınırlı bilgi ve bilgi işleme kapasitemizle hayatta kalmaya çabalıyoruz.
Bunu yapabilmek için, bize ulaşan karmaşık bilgileri ister istemez basite indirgiyoruz.
Sonsuz çeşitlilikte nesneyi, insanı, fikri, zihnimizde oluşturduğumuz belirli odacıklara yerleştiriyoruz.
Böylece karşılaştığımız yeni bilgilerin belirsizliğini kendimizce giderip rahatlamış oluyoruz.
Genellemeler, klişe fikirler, ezberler bize zihin konforu sağlıyor.
O kalıp fikirlerle yaşıyorsak, ezberimizi değiştirmesi gereken kontra örnekleri hep istisna sayıyoruz.
İstisnalar ise “kaidelerimizi” asla bozmuyor!
Tabi hepimiz aynı kapasitede değiliz!
Zihinsel kapasitemizin gelişmişliğine bağlı olarak zihnimizdeki odaların sayısı artıyor ya da azalıyor.
Kimimizin zihni devasa bir saray gibi, çok iyi organize olmuş binlerce odaya ev sahipliği yapıyor. Her yeni bilgi titiz ve dikkatli bir inceleme sürecinden geçip odasına yerleştiriliyor. Hiçbir mevcut odaya sığmayacak bilgiler için derhal yeni bir oda tahsis ediliyor.
Kimimizin zihni ise, her şeyin iki göz odacığa sığdırılmak zorunda olduğu derme çatma bir gecekondu…
Bu zihinsel fakirlik ne yazık ki -tıpkı ekonomik fakirlik gibi- hızla yayılıyor, kitleselleşiyor.
George Orwell “Hayvan Çiftliği” romanında bu durumu çok güzel anlatmış.
Romanda, isyan edip çiftliği ele geçiren hayvanların zihinsel kapasiteleri aynı değil.
Hayvanların en akıllıları, yedi basit basit cümleden oluşan bir anayasa hazırlıyorlar.
Fakat çiftlikteki hayvanların çoğu için bu kısacık maddeleri bile akılda tutmak zor.
Onlar için anayasa tek bir basit slogana indirgeniyor: “Dört ayak iyi, iki ayak kötü”!
Çiftlik hayvanları coşkuyla bu sloganı tekrarlamaya başlıyorlar.
Böylece artık bilmeye, düşünmeye, anlamaya ve hatırlamaya gerek kalmamış oluyor.
Orwell, kafalarında sadece tek ve basit bir düşünceye yer olan çiftlik hayvanları üzerinden kurduğu metaforla şu mesajı veriyor:
Kitleler son derece basite indirgenmiş sloganları ezberleyip tekrar ettiklerinde fikir sahibi olduklarını zannederken, aslında düşünme zaafları yüzünden manipüle ve istismar edilirler.
Yaşadığımız enformasyon çağında insanlar, her gün dalga dalga gelen yeni gelişmeleri öğrenme, araştırma, etraflıca düşünüp kanaat oluşturma külfeti karşısında dehşete kapılıyorlar.
O yüzden de çareyi, içinde bulundukları topluluk ne yöne giderse hiç sorgulamadan o yöne gitmekte, yani “sürü psikolojisi” ile hareket etmekte buluyorlar.
Sürünün (kolektif şuurun) sunduğu “odacıklar”, kitlelere daha güvenli ve tatmin edici geliyor.
Çeşitli sosyal çevreler “dört ayak iyi, iki ayak kötü” sloganına tekabül edecek “fikirler”(!) için gereken odacıkları hemencecik üretiveriyorlar:
“Türkler iyi, yabancılar kötü”, “Müslümanlar dost, gavurlar düşman”, “Bizim partiye oy verenler vatansever, vermeyenler hain”, “Bizim köyden/kabileden/boydan olanlar güvenilir, olmayanlar tehlikeli” vs.
Böylesine basite indirgenmiş düşünceler, bu monokrom gerçeklik algısı, ister istemez “akın içindeki karaların” ve “karanın içindeki akların” göz ardı edilmesine ve düşmanlıkların çığ gibi büyümesine yol açıyor.
Aslında ne insanlar, ne fikirler bu bireysel ya da kolektif odacıklara sığıyor.
“Bizden” olup çok yanlış işler yapanlar olduğu gibi “onlardan” olup çok doğru işler yapanlar var.
Neredeyse hiç bir düşünce tamamen yanlış yahut tamamen doğru değil.
Hayat siyah ve beyazdan ya da gri tonlardan ibaret değil, rengarenk.
Ama hayatın renkleri, zihinlerimizdeki odacıkların, içindekileri siyah beyaz gösteren filtreli pencereleri ardında soluklaşıp gidiyor.
Bize peşin hükümlerimizden kurtulmak için biraz öz güven, biraz gayret, biraz da cesaret lazım.
Zihinlerimizdeki filtresiz odalarının sayısını arttırmamız lazım.