Osmanlı imparatorluğu yıkılalı bir asırdan fazla zaman geçmiş olsa da kendimizi hala bir “imparatorluk mirasçısı” olarak görüyoruz.
Tarihsel hafızamızın derinliklerinde, fetih ve genişleme arzusu toplumsal kimliğimizin bir parçası olarak varlığını sürdürüyor.
Tabi bir de “irredantizm” hevesimiz var.
İrredantizm, bir devletin önceden hüküm sürdüğü, ama şimdi başka bir devletin sınırları içinde kalmış eski topraklarını ilhak etme, yeniden el geçirme arzusu olarak özetlenebilir.
Osmanlıyı üç kıtada yeniden diriltme, yeniden tarih sahnesine çıkarma hayallerimiz var.
Aldığı beklenmedik bir darbeyle sersemlemiş, bir anlığına dengesini kaybedip düşmüş yenilmez bir cengaver gibi görmek istiyoruz kendimizi.
Toparlanıp, düştüğümüz yerden kalkarak rakiplerimizi tek tek yere serdiğimiz bir geleceğin hayaliyle yanıp tutuşuyoruz.
Selçuklu ve Osmanlı tecrübelerimizden tevarüs edip, kurgusal anlatılarla zenginleştirdiğimiz “fetihçi" kollektif bilinç, bugün nostalji ve özlem duygularıyla besleniyor.
Ortaçağın sosyolojik ve ekonomik ikliminde, yeni toprakları ele geçirmek, savaşlardan elde edilen ganimetlerle ve fethedilen topraklarda yaşayanlardan alınan vergilerle zenginleşmek yaygın ve anlaşılır bir stratejiydi.
Fetihlerle genişleme arzusu, o dönemin güç ve refah parametrelerinin doğal bir sonucuydu.
Ancak köprünün altından çok sular aktı! Bugün artık bambaşka bir dünyadayız!
Orta çağdaki coğrafi genişleme ve savaşla hakimiyet kurma fikri, yerini bilimsel gelişme ve sınai üretim üzerinden ekonomik hakimiyet kurma fikrine bıraktı.
Bir müddet, sınai üretim için gereken hammadde ve iş gücünün tedariği için savaşlar, işgaller, sömürüler sürdü.
Ama bugün içinde yaşadığımız bilgi ve teknoloji çağında artık bunlar için savaşmaya da lüzum kalmadı.
Çünkü “bilgi toplumunun kıymetlisi” ne altın ne gümüş ne petrol, ne fiziki kuvvet...
Bugün kimin hükmedeceğini bilgi ve yüksek teknolojinin sahipliği belirliyor.
En son çıkan MR cihazını ya da iPhone modelini almak için madenlerini seve seve satmaya hazır çok ülke var.
Güçlü, müreffeh, özgür olmanın yolu artık savaştan, işgalden değil, entelektüel sermaye birikiminden, yenilikçilik ve üretkenlikten geçiyor.
Bilgi toplumunda geleneksel fetihçi yaklaşımı sürdürme inadı, ciddi toplumsal, ekonomik ve insani maliyetleri beraberinde getiriyor.
Geniş topraklara sahip olmak artık bir üstünlük vesilesi değil, aksine yönetim ve altyapı maliyetleri açısından ciddi bir yük.
Günümüzün küresel rekabet ortamında başarı, elimizdeki kaynakların niceliğinden ziyade, bu kaynakları ne denli verimli ve yaratıcı bir şekilde kullanabildiğimize bağlı.
Çağdaş toplumların gücü, bilgi üretme kapasiteleri, teknolojik inovasyon yetenekleri ve insan sermayelerinin niteliğiyle ölçülüyor.
Komşu ülkelere yönelik askeri operasyonlara girişmek, yalnızca insan hayatına mal olmakla kalmıyor, aynı zamanda uzun vadeli siyasi istikrarsızlıkları, ekonomik çöküşleri ve toplumsal travmaları da tetikliyor.
“Arkaik” fetihçi fikir ve hisler, küresel düzenin baştan ayağa değişen dinamikleriyle çelişiyor.
Anlamsız fetih hayalleri bizi bugünün gerçekliğinden koparıyor.
Belki de "fetih" kelimesini yeniden tanımlamak lazım.
Artık fetih, komşu ülkelerin topraklarını ele geçirmek değil, yeni bilgileri keşfetmek, teknolojik sınırları zorlayan icatlar yapmak, insan potansiyelini genişletmek anlamına gelmeli.
Şiddet, zorbalık, kaba kuvvet üzerinden değil, adâlet, karşılıklı anlayış, iş birliği ve ortak insani değerler üzerinden bir hayatı kurmanın peşine düşmeliyiz.
Geçmişin "fetihçi" ruhunu bugünün küresel bilgi toplumuna uyarlamak, toplumsal gelişimimizin anahtarı olabilir.
Köklü zihinsel alışkanlıkların değişimi elbette zaman gerektirir.
Ancak, geçmişin başarılı stratejilerini eleştirel bir bakışla değerlendirip yeni paradigmalara uyum sağlayamadığımız müddetçe mesafe alamayacağımızı anlamamız lazım.
Bu devrin “fatihleri” kılıç değil, bilgiyi kuşananlar arasından çıkıyor.
Onları laboratuvarlarda, araştırma merkezlerinde, inovasyon ekosistemlerinde aramamız lazım.
Atlar ya da tanklar üzerinde değil.