Haidt’e göre gruba saygı, otoriteye saygı, kutsala saygı ve tahakküme rıza olarak sıralayabileceğimiz dört kategorideki keskin ayrışma, insanlar arasındaki kutuplaşmanın temelini oluşturuyor.
Çünkü her iki gruptakiler de kendilerinin “ahlaken” doğru yerde durduklarını, karşı gruptakilerin yoldan çıkmış -yahut yolunu kaybetmiş- “ahmak” yahut “kötü” kimseler olduklarını, topluma karşı bir tehdit oluşturduklarını ve “düzeltilmelerinin”, “yola sokulmalarının” gerektiğini “hissediyor”.
Bunu şiddete başvurmadan yapmanın yolu karşı tarafı “ikna” etmek.
Herkes kendisini haklı, karşısındakileri haksız çıkartacak, onların tutarsızlıklarını ortaya koyacak aklî deliller arıyor, buluyor ve bunları muarızlarını değiştirmek, eğitmek, uyandırmak umuduyla ortaya döküyor.
Çünkü hislerimizi paylaşmayan yabancılarla iletişim kurabileceğimiz tek zemin, iletişim için kullandığımız dilin sunduğu mantık zemini.
Ama insanların istikametini belirleyen akılları, mantıkları değil hisleri olunca bu bir işe yaramıyor! Hisler -hangi rasyonel delili sunarsanız sunun- kolay kolay değişmiyor.
Benimsediğimiz istikametin yanlışlığını ayan beyan işaret eden maddi delilleri önemsemeyerek, yok sayarak, kilitlenmiş olduğumuz duygusal hedefleri muhafaza ediyoruz.
Her iki tarafta da, sundukları “açık delillerle” muarızlarını etkileyip, “gittikleri yanlış yoldan çevirmekte” başarısız olan kişiler kısa zamanda ümitlerini kaybediyor -sosyal medya ağzıyla söylersek- “bunlar eğitilmezdir” diyerek kendi gettolarına, kendi “yankı odalarına” çekilip, “duygudaşlarıyla” birlikte baltalarını bilemeye koyuluyorlar.
Siyasetçiler ne hata yaparlarsa yapsınlar, nasıl beceriksizlikler sergilerlerse sergilesinler, ne tür karanlık işlere bulaşırlarsa bulaşsınlar kendi taraftarlarını bir arada tutmak, kaybetmemek için yapılacak en iyi şeyin onların duygularını istismar etmek olduğunu zaten sezgisel olarak biliyorlar. O yüzden kutuplaştırmayı ellerinden geldiğince körükleme yoluna gidiyorlar.
Jonathan Haidt, evrimsel psikoloji perspektifinden hareketle, küçük gruplardan, kabilelerden evrimleşerek bugünlere geldiğimizi, birbirimizle rekabetimizin hiçbir zaman bitmeyeceğini söylüyor. Hatta spor müsabakalarının bile genlerimize yerleşmiş bir kabile kavgasının fazla zarar görmeden sürdürülebilmesi için icat edildiğini anlatıyor. Peki çare nedir diye sorulduğunda ise -yin yang sembolü üzerinden- zıtlıkları (siyah-beyaz, aydınlık-karanlık) bir “çatışma” unsuru değil de “denge” unsuru ve birbirlerinin tamamlayıcısı olarak görmeye çalışan uzak doğu “bilgeliğini” işaret ediyor.
Yin yang sembolünde siyahın içindeki beyaz, beyazın içindeki siyah noktalar, muarızlarına empati yapabilen dengeli ve feraset sahibi kimseler gibi değerlendirilebilir.
Belki de insanlara fıtraten verilmiş, birbirine zıt duygusal donanımları, gaz ve fren pedalları gibi görmeliyiz.
Nasıl otomobillerde her iki pedala da ihtiyaç varsa toplumsal problemlerimizi çözebilmek için de bazen hızlanmaya bazen de yavaşlamaya ihtiyaç var.
Tarafların muarızlarına “sen yanlışsın ve ben seni düzelteceğim” diye yaklaşmanın, hiçbir işe yaramadığını görüp kabullenmeleri gerekiyor.
Ancak bu herkesin köşesine çekilip birbirine karşı nefret, tiksinti gibi korkunç hisler büyütmesiyle de sonuçlanmamalı.
Birbirimizin siyasi tercihlerini sevmememiz, birbirimizi sevmememizi gerektirmez.
Bir araya geldiğimiz okul, iş yeri, akraba, dost buluşmalarını bir fırsat gibi görüp değerlendirmeli, aile mensuplarımıza, akrabalarımıza, okul ve iş arkadaşlarımıza karşı beslediğimiz derin muhabbeti, onlarla geçirdiğimiz güzel zamanlardan kalan hatıralarımızı bahse konu nefret ve tiksintinin panzehiri yapmalıyız.
Duygusal ortak paydalarımızı araştırıp öne çıkartmak, siyasi ayrışmalardan önce birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi hatırlamak zorundayız.
Yoksa çekildiğimiz köşelerde gittikçe koyulaştırdığımız zulmet hepimizin hayatını cehenneme çevirecek.