Kuhn “paradigma” kavramını, “birbiriyle yarışan farklı bilimsel yaklaşımlar” olarak tanımlıyor.
“Bilimsel yaklaşım” dediği de belli bir zaman aralığında bilim insanlarınca benimsenen, doğru kabul edilen yöntemler, tabiatta bir ilişkiler bütünü bulmak için kullanılan açık ya da örtülü inançlar, kurallar, değerler ve kavramsal/deneysel araçlar.
Kuhn, bilimin tabiatı itibarıyla dogmatik bir yapıya sahip olduğunu, benimsenen bilim yapma yöntemleri ve kuramları dışında kalan bilgilere kapalı olduğunu ileri sürüyor.
Zaman içinde eski bilim yapma yöntemlerinin terk edilip yenilerinin benimsenmesine “paradigma değişimi” diyen Kuhn, bilimsel devrimlerin ancak bu değişim yaşandığında ortaya çıktığını söylüyor.
Kuhn’un tespiti, aydınlanma aklının ürettiği modern bilim anlayışının da (tıpkı daha kadim bilim anlayışları gibi) zaman içinde dogmatikleştiğinin ve bir noktada bilimsel gelişmenin yolunu tıkamaya başladığının fark edilmesini sağlamış.
Kuhn, “bilimsel ilerlemenin sonucu olarak gerçekliğin giderek daha doğru biçimde anlaşıldığı”, “dünya hakkında tek ve kesin bir hakikat olduğu” ve “hakikate hangi teorilerin daha çok yaklaştığını tayin edecek evrensel akılcılık yahut bilim ölçütleri bulunduğu” varsayımlarının hiçbirinin doğru olmadığını ortaya koymuş.
Post-modern döneme geçişin işaret fişeklerinden birini yakmış!
Kuhn’un bilim felsefesi sahasındaki fikirleri, ekonomiye, siyasete, uluslararası ilişkilere, sosyal hayata teşmil edilebilir.
Bakış açısı ve yöntemler değiştiğinde, gözlemlenen dış dünya da farklılaşıyor, farklı algılanmaya ve farklı yorumlanmaya başlıyor. Daha önce fark edilmeyen yönler fark edilir hale geliyor.
İnsanlık, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçerken bir “paradigma değişimi” yaşamıştı.
Binlerce yıllık bilgiler, kabuller, anlayışlar, hayat, zaman ve mekan tasavvurları bir kenara bırakılmıştı.
Tarım toplumunda insanlar, büyüklüğü sabit, kaynakları kısıtlı, hayatın fasit bir daire misali yaşandığı bir dünyada, bir arada yaşayabilmenin formüllerini üretmişlerdi.
Kul hakkı, komşu hakkı, göz hakkı, haram, helal, kanaatkârlık, diğerkâmlık, merhamet, cömertlik, mertlik, dürüstlük, kahramanlık gibi kavramlar, genel olarak tarım toplumu paradigması çerçevesinde şekillenmiş kavramlardı.
Bilimsel ilerlemeler, teknolojik gelişmeler ve endüstriyel üretime geçiş, döngüsel hayat anlayışını yıktı, sermaye birikiminin ve dolayısıyla kapitalizmin yolunu açtı.
Daha önce “ekmeklerini” bölüşmek için anlaşmak ya da dövüşmek zorunda olan insanlar, yavaş yavaş bu temel gerekliliklerin ortadan kalktığını gördüler: Artık pasta sabit değildi. Hızla büyüyordu. Büyümeden herkes pay alıyor, herkes dedesinden babasından daha iyi şartlarda yaşamaya başlıyor, herkesin hayat standartları -farklı hız ve ölçeklerde olsa da- yükseliyordu. Nesiller boyu mahrumiyetler içinde yaşamış insanoğlu, atalarının akıllarının ucundan bile geçiremeyeceği lükslere kavuşuyordu.
Yirminci asrın gelişmiş ülkelerinde yaşayan fakirlerin erişebildikleri “konforlar” birkaç asır öncesinin en anlı şanlı krallarında bile yoktu!
Antibiyotiklerin keşfiyle insanlar, genç yaşta basit enfeksiyonlardan ölmekten kurtulmuşlardı.
Evlerinde bir musluğu çevirerek temiz ve sıcak suya erişebiliyorlardı.
Canları istediğinde, saatler içinde kıtalar arası yolculuklar yapabiliyor, iletişim teknolojileri sayesinde dünyanın öbür ucundaki sevdikleriyle sanki yanlarındaymışlar gibi sohbet edebiliyorlardı.
Sanayi toplumu paradigmasının önemli kavramları, birikim, gelişme, ilerleme ve büyümeydi.
Modernitenin sunduğu ışıltılı birikim, gelişme, ilerleme ve büyüme insanoğlunun pek çok problemini ortadan kaldırdı.
Ama bunun bir bedeli vardı…
O bedeli de bir sonraki yazımızda ele alacağız.