Dücane Cündioğlu sık sık, birçok farklı dilde görülen etimolojik benzerliğe dikkat çekiyor: Birçok dilde “anlamak” fiilinin “durmak” fiili ile ilişkisi var. Anlamak anlamına gelen fiillerden, İngilizce “understand”, Almanca “verstehen”, Yunanca “episteme” (ἐπιστήμη), Arapça “vakafe” (وقف) kelimeleri içlerinde hep “durmayı” barındırıyor.
Anlamak için “durmak”, durabilmek gerekiyor.
Gel gör ki Türk milleti olarak biz bir türlü duramıyoruz. Sürekli koşuşturma halindeyiz. Korkunç bir geç kalmışlık hissiyle sürekli acele ediyor, acele ettikçe daha az anlıyor, daha çok hata yapıyoruz.
“Dark” isimli bir Alman bilim-kurgu dizisi var.
Dizide insanlar zaman makinesiyle geleceğe ve geçmişe otuz üç senelik sıçramalar yapıyorlar.
Geçmişi değiştirerek, bugün cehenneme dönmüş hayatlarını tekrar yoluna koymaya çalışıyorlar.
Türk seyirciler olarak bizleri şaşırtan şeylerden birisi şu: Dizinin Alman kahramanları 2020’den 1987’ye, yahut 1954’e gittiklerinde yaşadıkları kasaba çok az değişmiş oluyor, hemen her bina yerli yerinde duruyor. Sadece, arabalar, sokak lambaları gibi teknolojik cihazların farklılaştığı görülüyor. Otuz üç sene öncesine gidenler, çocukluklarını geçirdikleri evleri hemen buluveriyorlar zira bugün de aynı evde yaşıyorlar. Bir otuz üç sene daha geriye gittiklerinde bu sefer, aynı evde yaşayan dedelerini görüyorlar.
Hani bazen çok tutan bir dizi, Türk oyuncularla yeniden çekiliyor ya, bu dizi bizde yeniden çekilmeye kalkılsa, otuz üç, altmış altı hatta doksan dokuz senedir aynı evde, aynı mahallede yaşayan insanlar hiç gerçekçi durmazdı.
Bizde babasının doğduğu evde yahut mahallede oturan kaç kişi vardır? Hatta doğduğu ev hala ayakta olan kaç dedemiz ninemiz vardır?
Toplumumuzun çok büyük bir kısmı, bir ya da iki nesil önce köylerden şehirlere göç etmiş kimselerden oluşuyor.
Kültürel, siyasi, ahlaki, iktisadi olarak mütemadiyen savrulduğumuz gibi fiziki olarak da savruluyoruz.
Doğduğu köyden şehirlere, metropollere gelmiş ve kendisini baş döndürücü bir koşuşturmanın, türlü çeşitli mücadelelerin ortasında bulmuş insanların ülkesiyiz.
Bu koşuşturma, bu hayata tutunma çabası sürerken “durup” düşünmeye, ölçüp biçmeye, planlar yapmaya ve nelerin olup bittiğini “anlamaya” imkân olabilir mi?
Bir ormanda bir yandan vahşi hayvanlardan korku içinde kaçıp saklanırken bir yandan açlıktan ölmemek için yiyecek içecek bulmaya çalışan birisinin, eşitlik, insan hakları, çevrenin korunması, teknolojik atılımların yapılması gibi konuları derinlemesine düşünmesi mümkün müdür?
Aydınlarımızın, akademisyenlerimizin pek çoğu, belki de bu müthiş savruluşun içine doğdukları için, bir takım yabancı kaynaklı ideolojik yahut bilimsel şablonları toplumumuza uyarlama çabasının ötesine geçip, gerçekten derinlikli, sağlam, ayağı yere basan teoriler, analizler üretemiyorlar.
Hakikatle yüzleşelim: Bahsettiğimiz derin kavrayışı ancak “durma lüksüne” sahip seçkin zihinlerden bekleyebiliriz.
Dışarıdaki hercümerçten belli ölçüde korunmuş kadim konaklarda birkaç nesildir mukim, hak bildikleri uğruna mücadele edip tarihe geçmiş dedeleriyle iftihar eden bir ailede, nitelikli kitapların, önemli sanat eserlerinin konuşulduğu, incelmiş estetik zevklerin paylaşıldığı bir sosyal ortamda doğmuş büyümüş, ekonomik endişeler taşımayan, kimselere eyvallahı olmayan, cesur düşünürlere ihtiyacımız var!
Tabi bir de bu tür ‘’nüfûz-u nazar’’ sahiplerinin ortaya koyacağı fikirleri anlayabilecek, anlatabilecek, yaygınlaştırabilecek ve savunabilecek nitelikte entelektüellerin teşkil ettiği ikinci bir halka lazım bize.
Ve o entelektüellere fikir hürriyeti sahaları açmanın, neticede kendilerine ve topluma fayda sağlayacağını görerek destek verecek varlıklı ve güçlü kimselerin teşkil edeceği üçüncü bir halka…
Yani durup düşünebilenleri çıkartmak yetmez, toplumun da onların anlattıklarına kulak verebilecek kadar yavaşlaması gerek.
Durup düşünmeyi başarabilenlerimizin anlayıp anlattıklarına itibar edeceğimiz zamanlar gelene kadar, yaşayıp durduğumuz neticesiz kör dövüşleri sürüp gidecek.