1942 doğumlu İspanyol sosyolog Manuel Castells, teknoloji ve küreselleşme devrimlerini birbiriyle irtibatlandıran açıklamalarıyla “enformasyon toplumunun baş haritacısı” olarak biliniyor.
Castells, altmışların başlarında Franco rejiminden Fransa’ya kaçıp Alain Touraine’in yanında doktorasını yaparak daha 24 yaşında Sorbonne’un en genç profesörü unvanını almış.
1968 olayları sırasında Fransa’dan sınır dışı edilince İsviçre’ye geçmiş.
Oradan Şili’de ve yine sınır dışı edilerek ayrılmak zorunda kaldığı Brezilya’da çalışmış.
Bir de Kanada macerasından sonra kendini ABD'nin Kaliforniya eyaletindeki Berkeley Üniversitesinde bulmuş.
Berkeley’in, dünyayı geri dönülmez biçimde değiştirecek teknolojik buluşların beşiği Silikon Vadisi’ne yakın komşu olması Castells’in dikkatini, yeni iletişim teknolojilerin toplumsal değişimlerdeki rolüne odaklamasına sebep olmuş.
Ünlü sosyolog, 1996-1998 yılları arasında kaleme aldığı, opus magnum’u sayılan üç ciltlik “Enformasyon Çağı” başlıklı eserinde çok kıymetli tespitler yapıyor, isabetli öngörülerde bulunuyor.
Bunlardan birkaçını sıralayalım:
- Geleneksel siyasi ve içtimai yapılar, ağ toplumunun yükselişiyle sarsılmaya başlamış, yapısal bir meşruiyet krizi içine girmişlerdir.
- Toplumlar, giderek artan nispette, ağ ile benlik arasındaki çift kutuplu bir karşıtlık etrafında yapılanmaktadırlar.
- “İşlev ile anlam arasındaki yapısal şizofreni”, geleneksel toplumsal iletişim şablonlarını radikal olarak değiştirmektedir.
- Ağ toplumunda kimlikler, giderek daha özgül ve paylaşması güç hale gelmektedirler ve bu da toplumsal parçalanmanın artıp yayılmasına, davranışın tümüyle bireyselleşmesine sebep olmaktadır.
- Sosyal gruplar ve bireyler birbirlerine hızla yabancılaşmaya, ötekini bir yabancı ve nihayet bir tehdit olarak görmeye başlamaktadırlar.
- Servet, güç, imge akışının küresel olduğu bir dünyada, kolektif ya da bireysel, atfedilmiş ya da inşa edilmiş bir kimlik arayışı, toplumsal anlamın temel kaynağı haline gelmektedir.
- Giderek kontrolden çıkıp kafa karıştırıcı hale gelen dünyada insanlar dini, milli, coğrafi, etnik kimlikleri etrafında yeniden gruplanmaya başlamaktadırlar.
- Bu zor zamanlarda ferdi güvenliğini, zihin konforunu cemaatleşerek sağlamaya yönelen insanlar “radikal” akımlara yönelmektedirler.
- Hemen her yerde örgüt yapıları çözülüp, kurumlar meşruiyetini yitirirken, büyük toplumsal hareketler silinip giderken, kültürel ifadeler bile gelip geçici hale gelirken, “anlamın” aslî, hatta bazen temel kaynağı “kimlikler” olmaktadır.
- İnsanlar giderek hayatlarını “ne yaptıkları” etrafında değil, “ne oldukları ya da olduklarına inandıkları” etrafında örgütlemeye başlamaktadırlar.
- Bu gelişmeler, toplumun kendi kaderi üzerindeki güçsüzlüğünü örtülü olarak kabul ettiğini göstermektedir.
Castells’in tespitleri, öngörüleri neredeyse tek tek teyit ediliyor.
İnsanlar, seçimleriyle ve “yapıp ettikleriyle” hayatlarındaki yanlışları, haksızlıkları, olumsuzlukları düzeltebileceklerine, bir fark yaratabileceklerine dair inançlarını kaybediyorlar.
Ağ toplumu, insanın elinden “fail” rolünü, “değiştirme” gücünü, yanlış giden bir şeylerin düzeltilmesine katkı verebilme “ümidini” alıyor.
Yapacak bir şeyi kalmayanlar, bu son derece kaotik, güvensiz ve anlaşılmaz dünyada var olabilmek ve bir anlam bulabilmek için, radikal kimliklere sığınıyorlar.
Varlıklarını “yaptıklarıyla” anlamlandıramayınca, kendilerini kim ve kimden yana “olduklarına” göre tanımlıyorlar.
Belli bir milletten, ırktan, dinden, cemaatten olmak, bir siyasi partinin mensubu olmak, karizmatik bir liderin kesin inançlı fedaisi olmak herhangi bir şey yapmanın önüne geçiyor.
Bu maalesef bir parçalanma ve çöküş manzarası.
Büyük toplumsal çatışmalar mayalanıyor, kimlikler birer bıçak gibi bileniyor.
Adeta felaketimize doğru sürükleniyoruz.
Bu gidişatı durdurmak için kimliklerimizle değil amellerimizle tanımlandığımız bir dünya kurmak zorundayız.
İnsana, yapıp ettikleriyle bir şeyleri değiştirebileceğine dair umut verecek, onu tekrar fail pozisyonuna getirecek yepyeni bir hikâyeye ihtiyacımız var.