İnsanlar, kabiliyetleri ve kapasiteleri açısından eşit değiller.
Kimi diğerlerinden daha becerikli, kimi daha zeki. Kiminin müzik kabiliyeti standartların üzerinde, kiminin çizim kabiliyeti. Kimi el becerilerinde çevresindekileri geri bırakıyor kimi duygusal zekâsıyla kalabalıktan ayrılıp öne çıkıyor.
Hayata maddi ve manevi açıdan eşit şartlarda başlamamız da söz konusu değil. Kimi çok zengin bir ailede, “ağzında gümüş kaşıkla” doğuyor, kimisi yedi göbek şehirli, asil bir ailenin çocuğu olarak müthiş bir sosyokültürel zenginliği tevarüs ediyor.
Bir de öyle istisnai Allah vergisi kabiliyetlere sahip olmasalar da, bıkmak usanmak nedir bilmeden çalışarak kendilerini çok ileri seviyelere taşıyanlar var.
İnsanlar arasındaki eşitsizlik ister istemez refahın paylaşımı noktasında da bir eşitsizlik yaratıyor.
Bu tabii eşitsizliği “düzeltmek” için tarih boyunca ortaya atılan projelerin, yapılan suni müdahalelerin daha büyük eşitsizliklere kapı açmaktan başka işe yaramadığını biliyoruz.
Meşhur hikayeci Kurt Vonnegut, “Harrison Bergeron” isimli hikâyesinde, hayatın tabii akışına müdahale etmenin nasıl menfi neticeler doğurabileceğini anlatmak için insanlar arasındaki çatışmaların asıl sebebi sayılan zekâ farklılıklarının ortadan kaldırıldığı bir toplumsal düzen tasavvur eder.
***
Tüm insanların zekâ seviyesini yükseltmek mümkün değildir ama zeki kimselerin zekâlarını ortalama seviyeye çekmek mümkündür. Ortalamanın üzerinde zekâ sahipleri, kanunen takmaya mecbur oldukları bir cihazdan beyinlerine gönderilen elektrik şoklarıyla düşünemez hale getirilir. Böylece tüm toplum düşük bir zekâ seviyesinde “eşitlenir”.
Vonnegut’un düşünce deneyinin neticelerini merak ettiyseniz, bu ilginç kısa hikâyenin Türkçe tercümesini http:// bit.do/harrison-bergeron adresinden okuyabilirsiniz.
***
İnsanları ortalama bir zekâ seviyesinde eşitleme fikri, ekseriyeti teşkil eden (dolayısıyla demokratik sistemlerde iktidarı belirleme gücünü elinde tutan) kitlelere pek hoş geliyor.
Çünkü böyle bir eşitleme sayesinde, oy ve sadakatlerinden başka hiçbir şeyleri olmayan kimseler, hayal bile edemeyecekleri makamlara ulaşabilir hâle geliyorlar.
Bilgi, uzmanlık, tecrübe gibi nitelikler göz ardı edilip önemsenmediğinde, zihinsel kapasiteleri ortalama ya da ortalamanın altında olan kimseler kurumların yönetici koltuklarına yerleşmeye başlıyor.
Vasat zekâların çağında, eğitimin niteliği de gitgide düşüyor.
Nitelikli beyinlerimiz, kendilerine hak ettikleri ihtimamı gösteren memleketlere göçerken üniversite sınavında dört matematik sorusunu doğru yapamayanların mühendis, on tane Türkçe sorusunu doğru cevaplamayanların öğretmen, hayatında doğru dürüst bir tane bilimsel kitap okuyup bitirmemiş insanların hukukçu olabildiği bir sistem kuruyoruz: Vasatokrasi.
Hasbelkader üst düzey koltuklarda kendilerine yer bulmuş üstün zekâlı, becerikli kimseler, koltuklarını korumak için kendilerini belli etmemelerinin gerektiğini görüyorlar. Hiçbir adım atmayarak, hareketsizleşerek, fikirlerini asla dillendirmeyerek çevrelerindeki ortalama tiplerin seviyesine inmek zorunda kalıyorlar.
Peki yüksek zekâ ve kabiliyet gerektiren işler ne olacak, -haydi adalet yahut eğitim sisteminin ıslahını, bilimsel araştırmaları falan geçtik- nükleer santralleri, büyük barajları, hava limanlarını kim yapacak, kim yönetecek, okullarda okutulacak müfredatı kim hazırlayacak diye sorduğumuzda şöyle cevap alıyoruz: Parasıyla değil mi? Yüksek zekâ, beceri, dikkat vs. gerektiren işleri parası neyse verip yaptırırız!
Tabi bunu yapabilmek için paramızın olması gerekiyor.
Kolayca satıp paraya dönüştürebileceğimiz tabii kaynaklarımız olmadığına göre para kazandıracak işler yapmamız şart.
Ama para kazandıracak nitelikte işleri yapabilmek de ortalamanın üstünde bir insan kaynağı gerektiriyor.
Bu durumda harcanacak parayı borç almaktan başka çare kalmıyor.
Maalesef borç alabilmek, borçlanmayı sürdürebilmek için bile belli yetkinliklere ihtiyaç var!
Vasatokrasi, maalesef her geçen gün ülkemizi biraz daha diplere sürüklüyor.