Önceki yazımda Köy Enstitüleri Projesinin, neden öyle iç geçirilip hasretle anılacak, ardından ahuvah edilecek bir proje olmadığını izah etmeye çalışmıştım.
“Sosyal mühendislik barındırmayan eğitim faaliyeti olabilir mi ki?” diye soranlar oldu.
Cevap: Elbette olabilir. Nasıl “organik tarım” mümkünse, “organik eğitim” de mümkündür.
Güçlü iktidarların ideolojik endoktrinasyon girişimleri, genetik mühendisliğiyle benzer bir kaderi paylaşıyor.
Genlerle oynamak suretiyle görünüşte “mükemmel” domatesler üretilse de, ya domatesin tadı bozuluyor ya aroması. Daha kötüsü, dışı harikulade ama içi kanserojen, hastalıklı mahsuller elde ediliyor. Tabiata sun’i müdahaleler ters tepiyor, eldekini ıslah etmek şöyle dursun, iyice dejenere etmekten başka işe yaramıyor.
Köylü çocuklarına -zorla da olsa- marangozluk, nalbantlık öğretmenin, mandolin çaldırmanın, dünya klasiklerini okutmanın neresi kötü diye soranlar oldu.
Cevap: Genlerine müdahale ederek kusursuz şekilli, kıpkırmızı domatesler elde etmenin neresi kötüyse orası, yani “neticesi” kötü.
Köy Enstitüleri Projesi aslında temelde pozitivist, Batılılaşmacı Kemalist ideolojinin GDO’lu “müminlerini” yaratma ve onlar eliyle bu ideolojiyi yeniden üretme çabasından başka bir şey değildi.
Bunu hisseden kitleler direndi ve Şerif Mardin’in ifadesiyle “öğretmen imama yenildi”. Çabalar ters tepti.
***
Bunları anlatmamın sebebi tarihle ya da günahlarıyla sevaplarıyla çoktan ölüp gitmiş insanlarla hesaplaşmak falan değil.
Benim derdim, tarihten tevarüs ettiğimiz ve bugün ne yazık ki hala dipdiri duran problemli kafa yapımızla.
Eğitim denince hemen hepimizin aklına, kontrolünü ele geçirdiğimizde bizim gibi düşünmeyenleri döve döve kendimize benzettiğimiz bir sopa geliyor.
Her kesim gençleri, kendi kafasındaki ideal kalıplara döküp şekillendireceği bir hamur gibi görme eğiliminde.
Bugün iktidara kızanlar, köy enstitüsü güzellemeleri yaptıkça, tarihten hiç ders almadıklarını, ellerine fırsat geçtiğinde aynı zorbalıkları tereddüt etmeden tekrarlayacaklarını ifşa etmiş oluyorlar.
Bugünün iktidarına yaranmak için çırpınan milli eğitim bürokratları ise “dindar” nesiller yetiştirmek adına, miadını uzun süreler önce doldurmuş, içi boşalmış hamasi argümanlarla bezeli, zorlama bir müfredat oluşturma derdindeler.
Bu fasit daireden bir çıkış yolu bulmak zorundayız.
Tüm toplum kesimlerini kucaklayacak ortak bir paydaya ihtiyacımız var.
Bunu sağlamak mümkün. Sadece ideolojik takıntılarımızdan vazgeçmemiz gerekiyor.
Dindar da olsa, ateist de olsa, sağcı da olsa, solcu da olsa kimsenin hayır demeyeceği temel prensipleri esas alan bir eğitim sistemi kurabiliriz.
Mesela “yalanı” hayatımızdan çıkartıp atmayı hedefleyen bir eğitim anlayışına kim itiraz edebilir?
Dürüstlüğü, sıkı çalışmayı, hakkı olmayana el uzatmamayı, muhtacın yardımına koşmayı, farklı fikirlere saygı ve tahammülü öğretmeyi temel meselesi yapmış bir eğitim sistemine kim hayır diyebilir?
Hayatlarını anlamlandırma arayışı içindeki genç insanları, güdülecek, yönlendirilecek bir koyun sürüsü gibi görmekten vazgeçelim.
Bırakalım istedikleri düşünce ufuklarına yelken açsınlar, sadece yollarını açalım.
Onları dindar, milliyetçi, Abdülhamitçi, Atatürkçü, şucu, bucu yapmaya çalışmayı bırakalım. Tarih bize kaç kere gösterdi ki hiçbir işe yaramıyor bu tür çabalar. Bilakis ters tepiyor.
Onlara zorla “doğru” kitaplar okutmaya artık son verelim. Temiz, fıtrî, organik mânâ arayışları, akıllı gençleri zaten zamanın imtihanından geçmiş, nitelikli eserlerle buluşturacaktır.
Sanki var oluşun tüm sırrına sahip olmuş da âlemin geri kalanına nizam verme makamına erişmiş gibi yapıyoruz. Bu kibirli, bu küstah tutumdan vazgeçmek zorundayız.
Hiç de kolay bir şey teklif etmediğimin farkındayım. Bir zihniyet devrimi çağrısı bu. Ama radikal tedbirler almazsak pek yakında “biz” diye bir şey kalmayacak.
Bizi tekrar “biz” yapacak temel prensiplerde uzlaşmamız, gün be gün ayağımızın altından kaydığını hissettiğimiz zemini yeniden oluşturmamız lazım.