Latince “cultus” (ibadet), Fransızca “culte”, İngilizce “cult” kavramı Türkçe’ye “kült” olarak geçmiş. Bugün artık genellikle, tanrı tarafından seçildiğine inanılan karizmatik bir lidere gösterilen aşırı bağlılık, sadakat ve teslimiyet çerçevesinde kurulan toplulukları tanımlamak için kullanılıyor.
Uluslararası Kült Araştırmaları Derneği ICSA “kült grupların” karakteristik özelliklerinden bazılarını şöyle tanımlıyor:
l Grup, liderine aşırı ve sorgusuz bir bağlılık sergiler, onun inanç sistemine, ideolojisine ve hareketlerine mutlak hakikat muamelesi yapar.
l Lidere ya da gruba yönelen sorgulama, şüphe, muhalefet hiç hoş karşılanmaz.
l Grupta iyice kutuplaşmış bir “biz ve onlar” düşüncesi hâkimdir.
l Grup liderinin hiçbir dünyevi otoriteye karşı mesul olmadığına inanılır.
l Grupta, liderce tanımlanan çok yüce hedeflere ulaşmak doğrultusunda “ne gerekiyorsa” yapılması gerektiği öğretilir ya da ima edilir.
l Üyeler grubun dışında bir hayat olamayacağı hissi taşırlar.
Kültlerin diğer karakteristik özelliklerini yazarsam birçok kişi hemen “bu tanım tam da filanca gruba cuk oturuyor” diyecektir.
Dünyada ve ülkemizde kült olarak tanımlanabilecek birçok grup var. Fakat bu yazıda doğrudan kültlerden değil, kültleşen siyasi partilerden ve liderlerinden bahsetmek istiyorum.
Bazı karizmatik siyasi liderler, -özellikle uzun süre mutlak iktidarı ellerinde tuttuklarında- takipçilerinin gözünde sıradan bir parti başkanı olmaktan çıkıp adeta birer “mesihe” yahut “mehdiye” dönüşüyor!
Siyasi liderlik kült liderliğe, parti mensubiyeti de kült mensubiyetine eviriliyor.
Normalde kolayca değişen siyasi tercihler, beğeniler, destekler yerlerini fanatikçe bağlılıklara bırakıyor.
Bu yola giren siyasi lider, giderek hakikatten kopuyor, takipçilerine gerçeklikle hiç alakası olmayan şeyler söylemeye başlıyor. Üstelik, söylediklerinin yanlış olduğunun kolayca ispatlanabilecek olmasından da endişe duymaz hâle geliyor, zira takipçileri artık onun söylediklerinden gayrı hakikat tanımaz oluyorlar.
Karizmatik liderler, “kültleşen” örgütlerine sürekli olarak “düşmanlarının” bitmek tükenmek bilmez saldırıları altında olduklarını söylüyorlar. Böylece hem o düşmanlara karşı büyük mücadeleler verdiklerinin propagandasını yapmış hem de çeşitli başarısızlıklarına mazeretler üretmiş oluyorlar.
Dile getirsin getirmesin, liderinin tanrı tarafından “seçilmiş biri” olduğunu ve korunup kollandığını “hisseden” birçok partili, liderin “kaybetmesinin” mümkün olmadığını, olursa bunun dünyanın sonu olacağını düşünmeye başlıyor.
Parti külte benzedikçe partililer çok güçlü gördükleri liderlerinin -ve onun sayesinde kendilerinin- mevcut kanunların üzerinde olduğuna inanmaya başlıyorlar. Lidere sonsuz sadakatlerinin karşılığında maddi kazançlar da sağlamakta olanlar, liderin olmadığı bir dünyada muafiyetlerini kaybetme, tüm kazanımlarından olma endişesi taşıyorlar.
Birçok takipçi, gözünün önündeki hakikati inkâr edip lider ve çevresi tarafından sunulan kurguları hakikat saymaya, yapılan yanlışları, işlenen suçları görmezden gelmeye başlıyor. Gidişatı sorgulamak, yapılanlardan rahatsız olmak şöyle dursun, bunların dillendirilmesini ya “fitne” ya “düşman propagandası” gibi görüp rahatsız oluyor.
Giderek kesin inançlılara dönüşen partililer, liderlerine dair şüphelerini izhar edenleri ya da bazı itirazlar geliştirenleri -en yakın çevrelerinden olsalar bile- derhal aforoz ediyor, ötekileştiriyor, ihanetle suçluyorlar.
Zaten dünyayı da siyah (düşmanlar) ve beyazdan (bizimkiler) ibaret gördükleri için “kendilerinden” olmayan herkesi kaçınılmaz şekilde “düşman” olarak algılıyorlar.
Kendilerini mümkün olduğunca farklı fikirlerden izole edip, sadece parti propagandasına maruz bırakarak ve diğer “kesin inançlı” partililerle sosyalleşerek, her türlü itirazın, “çatlak sesin” kolayca boğulduğu yankı odalarında huzur buluyorlar.
Kültler, sağlıklı toplumsal yapılar değiller. Siyasi partilerin kültleşmeleri ise son derece tehlikeli.
Külte dönüşen siyasi bir partinin kendi mensuplarına da topluma da bir hayrı yok.