Necip Fazıl Kısakürek, bundan seksen sene evvel kaleme aldığı bir fıkrasında şöyle demişti:
Şehir planı yaptırmışız, ne çıkar? Belediye reisinin şahsiyet planını yaptıralım.
Belediye Reisi tipini tanımadıkça onu bütün şartları ile belirtmedikçe, temel davalarımızdan biri olan umran işini kökünden yakalayamayız.
Sadece kıymetli bir idare adamı vasıflarına malik bir belediye reisinin, bir şehri güzelleştirebileceğini umar mısınız?
Belediye reisinde vücudu gereken ana vasıf, sanat ve estetik terbiyesidir.
İçinde bedii hükmü taşımayan belediye reisinden iş beklemek, çerçeveciye resim ısmarlamaktan farksız…
Belediye reisinde iktisadî, içtimaî, ahlâki, idarî kıymetler, bir resim işinde muşamba, boya, fırça ve çerçeve gibi, malzeme haddini aşmayan şeyler…
Bütün bu malzeme, bedii idrak emrinde toplanmalı.../... Bana gözü olmayan şoför mü, bedii idraki bulunmayan belediye reisi mi zararlı diye sorsalar, ikincisini gösteririm.”
Ankara’nın son çeyrek asrına, maalesef Necip Fazı Kısakürek’in tarif ettiği türden bir belediye başkanı damgasını vurdu. Ne umran derdi vardı, ne bedîi idrak sahibiydi, ne estetikten behresi vardı, ne sanattan ne de kültürden.
“Medeniyet davası” gibi laflar, oy oltası misali hamasi nutuklara malzeme olmaktan başka ne işe yarardı?
Ortaya yepyeni bir şehircilik anlayışı koymak, göğsümüzü gere gere “işte biz kurarsak böyle kurarız” diye iftihar edeceğimiz, düzenli, ruha ferahlık veren, fonksiyonel, her ayrıntısı düşünülmüş, estetik şaheseri bir şehri inşa etmek kimin umurundaydı?
***
Göçlerle bir anda kalabalıklaşan başkentte her şey planlama gerektiriyordu. Yeni mahallelerimiz nasıl olmalıydı? Ne oranda yeşil alanı şart koşulmalıydı? Kaldırımlarda park etmiş araçlarla köşe kapmaca oynamak zorundan kalmamak için ne tedbir alınmalıydı? Mescit, okul, fırın, sağlık ocağı, market, berber, kahvehane mahalle hayatımızın neresine yerleştirilmeliydi? Hayatımızı, gerektiğinde aile büyüklerimizle paylaşabileceğimiz, geniş, kullanışlı evler nasıl tasarlanmalıydı? Yeni şehrimiz nasıl kurgulanmalıydı?
Şehrimizi tasarlama işi, çoğu köylü, muhteris, estetik zevkten mahrum müteahhitlere havale edildi. Onlar da rantı azami seviyeye çekmek için, insanları olabildiğine küçük, sefer tası misali üst üste istiflenmiş dairelere tıkmayı, betondan kuleler yükseltmeyi marifet saydılar.
Ülkenin en zeki, en kabiliyetli gençlerinin akarak bir üniversiteler şehrine dönüştürdüğü Ankara, bu entelektüel hareketliliğe rağmen, kültürel açıdan bir taşra kasabası hüviyetinden kurtulamadı.
Hafta sonları, akşam üzerleri ne yapsak diye düşünen gençlere birbirinin kopyası AVM’ler işaret edildi. Düşünmeyin, üretmeyin, paylaşmayın, gidin gücünüz yettiğince tüketin denildi adeta. Onlara bilgi, kültür, sanat, estetik üretecekleri zeminler hazırlamayı, imkânlar sağlamayı “bedii idraki bulunmayan belediye reisimiz” kendine hiç dert etmedi. Pırıl pırıl genç dimağlara arz edilen kültür sanat faaliyetleri “dostlar alışverişte görsün” nev’indendi. Eğer öyle olmasalardı sabun köpüğü gibi dağılıp gitmez, geriye kalıcı izler bırakırlardı.
Sabık belediye reisimiz bunları dert etmiyordu ama şehre sirk getirmeye bayılıyordu. Ateşten çemberin içinden atlayan kaplanlar, bisiklet süren ayılar…
Estetik facia öyle noktalara vardı ki başkentin kendisi, meydanlarında kocaman robot ve dinozor heykelleri ile bir sirke benzemeye başladı. Mesela kol saati heykeli olur mu demeyin, şehrimizin göbeğine dikildi! Penaltı çeken futbolcu ve golü kurtaran dev kaleci heykellerimiz bile oldu bir ara.
Peki ya başkentte tiyatrolar, konserler, resim sergileri, fotoğraf galerileri, kütüphaneler, fikir adamlarıyla, yazarlarla, ressamlarla, müzisyenlerle buluşmalar, konferanslar ne oldu mu dediniz? Ankara’nın çeyrek asırlık belediye reisinin ilgisini çeken şeyler olmadı ki bunlar hiç!
Bugüne böyle travmalarla gelen başkentte, yeni belediye başkanı adaylarının halkın karşısına, “bedii idraki bulunmayan bir belediye reisinin” verdiği hasarı tamir edecek projelerle çıkması gerekiyor.