Soyut varlıkları ve kavramları anlamak kolay bir iş değil.
Pek çok insan, mahiyetini doğru dürüst kavrayamadığı soyut varlık ve kavramlara karşılık gelecek fiziki semboller, maddi “şeyler” üretiyor.
Fakat bunu yapınca o mücerret varlık ve kavramların anlamları sığlaşıyor, yüzeyselleşiyor, indirgeniyor.
Üstelik insanoğlu, kendi eliyle ürettiği bu maddi “şeylere” de hızla yabancılaşıyor.
Uydurulan somut cisim, bir sembol olmaktan çıkıyor, işaret ettiği soyut kavrama eşitleniyor.
Ve putlaşıyor…
Elle tutulamaz, gözle görülemez bir tanrı fikrini kabullenemeyen paganların, tanrıyı sembolize etsin diye kendi elleriyle yaptıkları, sonra da tapmaya başladıkları heykelleri hatırlayalım.
Yahut kendi oylarıyla seçip iktidara getirdikleri siyasetçilere, bir süre sonra kadir-i mutlak bir tanrı gibi bakmaya başlayan kitleleri gözümüzün önüne getirelim.
İnsanların düzen sağlamak için kurdukları “devletin”, önce karizmatik liderlerde, saraylarda, şatafatlı tahtlarda, süslü elbiselerde, güç gösterilerinde tecessüm ettiğini, sonra bazı insanlara hak etmedikleri servetler bahşederken bazılarını sorgusuz sualsiz hapsedebilen, en acımasız, en ahlaksız kimselerle ile iş tutabilen, herkese ait varlıklara çöküverebilen, la-yüs’el bir heyulaya nasıl dönüşebildiğini düşünelim.
“Yabancılaşma”, Karl Marks’ın Hegel’den tevarüs ettiği bir kavram.
Ünlü düşünür Erich Fromm, 1961’de kaleme aldığı “Marks’ın Yabancılaşma Fikri” başlıklı makalesinde “yabancılaşma” kavramının, Batı düşüncesinde ilk ifadesini Tevrat’taki “putperestlik” kavramında bulduğunu, insanların kendi güçlerini putlara aktardıkları nispette fakirleştiklerini, zayıfladıklarını ve putlara daha bağımlı hale geldiklerini söyler.
İnsanların kendi elleriyle yapıp tapmaya başladıkları putların etkisizliği ve boşluğu Eski Ahit’te, Müslümanlara çok tanıdık gelecek kelimelerle ifade edilir:
“Oysa onların putları altın ve gümüşten yapılmış, insan elinin eseridir. Ağızları var konuşmazlar, gözleri var görmezler, kulakları var duymazlar, burunları var koku almazlar, elleri var hissetmezler, ayakları var yürümezler, boğazlarından ses çıkmaz. Onları yapan, onlara güvenen herkes onlar gibi olacak!” (Zebur, 135. Mezmur)
Kur’an-ı Kerim’deki A’raf Suresin’in 179. ayetinde çok benzer ifadeler -putlar için değil ama- “putları yapıp onlara inanan, güvenen ve neticede onlar gibi olan” kimseler için kullanılıyor.
Tarih boyunca Müslüman toplumlarda görülen resim-heykel yapma yasağı, insanları işte bu açık hataya düşmekten koruyabilmek adına uygulanmış.
Ama resim ve heykel yapmak, soyut kavramları “şeyleştirmenin” yegâne yolu değil!
Yaratıcıyı düzenli olarak anmak, onun huzuruna çıkmak, istikameti düzeltmek için pusulaya bakar gibi ona dönmek, onunla zihinsel ve duygusal temas kurmak amacıyla tekrarlanan abdest, namaz gibi ritüeller, pek çok insan için somut, mekanik, bedensel hareketlere indirgenerek, o derin, anlamlı, soyut temasın yerini almış.
Allah’ın elçisinin saçı, sakalı, sarığı, giydiği, yediği, içtiği “şeyler”, insanlara ilettiği ilahi mesajdan daha çok önemsenir hale gelmiş.
Anlaşılsın diye gönderilen ilahi mesajın tek kelimesini anlamadan ezberleyip, yüksek sesle ve nağmeler eşliğinde tekrar etmenin makbul bir şey sayılması, mesajın kendisine değil de yazılı olduğu kağıtlara, kitaplara hürmet gösterilmesi, bunların fiziksel olarak yüksekte tutulması, ayakların bunlara doğru uzatılmaması gibi meseleyi asıl bağlamından koparan, Allah’ın mesajının “şeyleştirerek” içini boşaltan bir sürü uygulama, dindarlığın en rafine tezahürleri olarak kabul edilmiş.
Bugün kendine Müslüman diyen pek çok kimse için yemeği sağ elle yemek, tuvalete sol ayakla girmek, sakal bırakmak gibi “şeyler”, âdil olmak, kimden gelirse gelsin zulme karşı çıkmak, mazlumun yanında saf tutmak, başkalarının hakkına riayet etmek, doğruluk, dürüstlük, cesaret, merhamet, cömertlik, diğerkâmlık, fedakârlık gibi “soyut ilkelerden” çok daha mühim hâle gelmiş durumda.
Toplumdaki dehşetli çürüyüşün izlerini süreceksek, işe buradan başlayabiliriz.