Türkçe’de “simge” kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanılan “sembol” kelimesinin Latince karşılığı “symbolum”. Onun da kökeni Yunanca “syn” ve “ballein” kelimelerinden oluşan sumbalein fiilinden türetilmiş “sumbolon” kelimesine dayanıyor.
Antik Yunan kültüründe “sumbolon”, iki parça halinde kırılmış kilden yapılma bir içecek kabının, antlaşmış iki kişi arasında pay edilen kırık parçalarını ifade edermiş. Bu kırık parçaların bir araya getirildiklerinde kusursuz şekilde uyuşması nasıl aynı bütünün parçaları olduklarını ispatlarsa “semboller” de farklı insanları neticede aynı anlama ulaştıran hakikat parçaları olarak düşünülebilir: Tek başlarına, anlamsızdırlar, işe yaramazlar. Ancak diğer insanların zihinlerindeki karşılıkla buluştuklarında anlam ve işlev kazanırlar.
Üzerinde toplumsal mutabakata varılan soyut kavramlar sembollerle, yani somut nesneler, işaretler, remizler, rumuzlar, timsallerle ifade edilir. Mesela renkli, üzerine belli şekiller çizilmiş, dikdörtgen şekilde kesilmiş bir kumaş parçası, özgürlüğün, egemenliğin, kendine yetmenin ve insanları bir arada tutan birliğin sembolü olarak maşeri vicdanda bir karşılık bulduğunda, bambaşka bir anlam kazanır, “bayrak” olur.
Yani semboller aslında sosyolojik varlıklardır! Her sembol, maşeri şuurda işaret ettiği karşılığın iyice indirgenmiş bir işaretçisidir. İndirgenmiş olduğu için de yoruma, farklı anlaşılmaya, zaman içinde farklı gruplar için farklı anlamlar ifade eder hale gelmeye açıktır.
O yüzden sembollerin, işaret ettikleri gerçekliğin yerine ikame edilmeleri tehlikelidir.
Semboller kitlelerce doğru anlaşılsalar bile, pek çok insan somut sembolleri, işaret ettikleri soyut gerçeklerden ayırt edememe hatasına düşer.
Bunun çok örneği vardır…
Milli bayram günü önüne getirilen Türkiye haritası şeklindeki yaş pastayı, “ülkeyi böldürmem, parçalatmam” diyerek kestirmeyen valimizi hatırlayabiliriz mesela.
Yahut milli futbol takımımızın 2002 dünya kupasında üçüncü oluşunun kutlandığı törende şarkı söylerken yerde duran ay yıldızlı kırmızı balonlara ayağıyla vurdu diye hakkında ‘Türk Bayrağı Kanunu’na Muhalefet’ten dava açılan Hülya Avşar’ı.
Bazen semboller öyle güçlenirler ki işaret ettikleri asıllarının yerini alırlar ve asılları ortadan kalksa bile kendi başlarına varlıklarını sürdürürler. Ünlü post modern düşünür Jean Baudrillard buna “simulakra” ismini veriyor. Yani aslı olmasa bile varlığını sürdüren, hatta işaret ettiği asıl varlığın artık mevcut olmadığı gerçeğini saklamak için kullanılan bir sembol!
Baudrillard “Simulakra ve Simulasyon” adlı meşhur eserinde bunu güzel bir örnekle açıklar.
Kilisenin ikonolatrları, Tanrı’yı sembolize eden sembolleri durmadan daha çok öne çıkarırken aslında işaretçilerini, işaret edilen gerçek Tanrı’nın yerine ikame ediyorlardı. Kiliselerde muhteşem heykeller, resimler, ikonalar, haçlar, çarmıhlar arttıkça, insanlar Tanrı’ya daha çok yaklaşmıyorlardı bilakis uzaklaşıyorlardı. Dindarlaşıyorlardı belki, ama içini boşalttıkları, tahrif ettikleri bir dinin dindarı oluyorlardı. İkonoklastlar (put yıkıcılar) işte bununla mücadele ediyorlardı.
Eğer bir yerde “öz”den çok onu işaret eden semboller ön plana çıkartılmaya başlandıysa “öz” sıkıntıda demektir.
Mesela bayrak sembolünün aşırı derecede vurgulanmaya, ön plana çıkartılmaya başlanması bayrağımızın işaret ettiği “özde” ciddi sıkıntıların habercisi olabilir.
Uçakları Türkiye haritası üzerinde ay yıldız çizecek şekilde uçurmak, nano teknolojiyle atomları ay yıldız şeklinde yan yana dizmek ya da dünyanın en büyük bayrağını imal etmek ne özgürlüklerimizi genişletir ne ekonomimizi düzeltir ne eğitim seviyemizi yükseltir.
Ama bu tür atraksiyonlar bazı insanlara sanki bunlar olmuş gibi, her şey yolundaymış gibi hissettirebilir. Onları geçici olarak oyalayabilir.
Milli ve dini semboller üzerinden günü kurtarmak için yapılan duygusal manipülasyonlar, o sembollerin işaret ettiği değerleri güçlendirmez, adım adım içlerini boşaltır.
Umarım hakikati, semboller üzerinden “bükmeye” kalkanlar bu tehlikenin farkına bir an önce varırlar.