Hayatımızın başlangıcında önce somut olan şeyleri öğreniriz. Bebeklikten itibaren yumuşağı-serti, katıyı-sıvıyı, sıcağı-soğuğu, tatlıyı-acıyı ayırt etmeye başlarız.
Büyüyüp zihinsel kapasitemiz arttıkça, aklımız geliştikçe somut olanların yanısıra “sahip olmak”, “çocuk olmak” ya da “zaman” gibi bazı yarı soyut kavramlar ile “sevme”, “kıskanma”, “arzulama”, “üzülme” gibi hisleri öğrenmeye başlarız.
Biraz daha yetişip akıl baliğ olduğumuzda artık hak-haksızlık, adalet-zulüm, dürüstlük-sahtekârlık, merhamet-acımasızlık, diğerkâmlık-vurdum duymazlık, hak etmek-hakkı gasp etmek, fedakârlık-bencillik gibi daha soyut kavramları anlamaya gelir sıra.
Bunlar sosyal hayatı, başka insanlarla bir arada yaşamayı mümkün kılan temellerdir.
Ne yazık ki insanların pek çoğu zihinsel olgunlaşma süreçlerinin her basamağını kolaylıkla çıkamaz. Yahut çıksa da geri düşer.
Geniş kitlelere o son basamaktaki çok mühim soyut kavramların mütemadiyen hatırlatılması, bu kavramları bilerek ya da bilmeden ihlal edenlerin sürekli ikaz edilmesi, hatta cezalandırılması gerekir.
Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Musa’nın kardeşi Harun’u kendi yerine bırakıp Allah’ın emirlerini almak üzere kendilerinden uzaklaştığı kırk günlük kısacık sürede, “ümmetin” nasıl yoldan çıktığı anlatılır:
“Mûsâ’nın kavmi onun (gitmesinin) ardından, ziynet eşyalarından, böğürmesi olan bir buzağı heykeli (yaparak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara hiçbir yol göstermediğini görmediler mi? (Böyle iken) onu (ilah) edindiler de zalim kimseler oldular.” (A’raf 148)
Bu kıssada, insanların kendi elleriyle, pahalı ziynet eşyalarından yaptıkları ve yüksek sesler çıkartmasını sağladıkları bir puta tapar hâle gelmeleri, sembolik çağrışımlarla yüklüdür.
Peygamberin öğrettiği soyut ilkeler, onun geçici yokluğunda yerlerini derhal somut bir nesneye bırakmıştır. Buna peygamberin giderken halkın başında bıraktığı kardeşi bile mâni olamamış, mâni olmaya kalktığında ölümle tehdit edilmiştir. Hz. Musa olan biteni görünce çılgına döner:
“Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde, “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?” dedi. (Öfkesinden) levhaları attı ve kardeşinin saçından tuttu, onu kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi) “Ey annemin oğlu” dedi, “Kavim beni güçsüz buldu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Sen de bana böyle davranarak düşmanları sevindirme. Beni o zalimler topluluğu ile bir tutma.” (A’raf 150)
Soyutu anlamakta güçlük çeken topluluğa, “putlar yapıp tapmayacaksınız, öldürmeyeceksiniz, zina etmeyeceksiniz, çalmayacaksınız, yalan şahitlik yapmayacaksınız, komşunuzun malına göz dikmeyeceksiniz” gibi emirlerin gayet “somut” taş levhalar üzerinde ulaştırılmasındaki ince espriyi atlamamak lazım.
Tüm semavi dinlerde, rehbersiz kaldıklarında sapıtan, soyut ilkeleri unutup, somut arzulara, orman kanunlarına, zulme, vahşete dönen, barbarlaşan insan topluluklarının zaman zaman gönderilen peygamberlerce ikaz edilmesi motifi var.
Peygamberlerin vazifesini zaman içinde bilge düşünürler, etkili kanaat önderleri üstlenmiş.
İnsanın insana zulmünün önlenmesi, sosyal adaletin sağlanması, refahın adil paylaşılması, huzurlu, emniyetli ve hür bir hayat sürdürülebilmesi için gereken ilkeler, toplumların önüne düşen bilge kişilerce ortaya koyulmuş.
Soyut ilkeler -sık sık ihlal edilmiş olsalar bile- “insan haklarına saygı gösterilmesi”, “hukukun üstünlüğünün benimsenmesi” gibi çerçeveler kazanarak bugünün “medeni” toplumlarının üzerinde yükseldiği sütunlar olmuş.
Şimdilerde neredeyse tüm dünyada yeniden somuta, ilkele doğru bir gerileme görüyoruz.
İşin kötüsü, çevremizde artık “hakkı tutup kaldıracak” peygamberler de toplumu peşine takıp sürükleyebilecek kapasitede bilge kimseler de görünmüyor.
Hak, hürriyet, adalet mücadelesi beklediğimiz kişiler ya cesaretlerini ya motivasyonlarını ya da inançlarını kaybetmiş vaziyetteler.
Hatta bir kısmı güç, para, makam gibi putlara tapma noktasında kitlelerin önünde koşar hale gelmiş durumda.
Bakalım nasıl çıkacağız bu karanlıktan.