Güncel siyasi ve iktisadi vaziyetimizi değerlendiren akademik makalelerde sıkça rastladığımız bir kavram: neoliberalizm.
Neo-Marksist literatürden devşirilen bu kavram, sosyolojiden coğrafyaya, kent teorisinden antropolojiye kadar yaygın bir kullanım alanı buluyor.
Erken-neoliberalizm, 1970’lerde yaşanan global stagflasyon krizi ile gündeme gelmiş. Keynesyen politikalara itirazdan hareket eden, entelektüel/felsefi bir perspektif olarak ortaya çıkmış, 1980’lerde siyasal ve ekonomik bir projeye dönüşmüş.
Amerika ve İngiltere’nin başını çektiği gelişmiş ülkeler, kapitalizmin büyük krizinden çıkmak için devletçi finansal düzenlemeleri, kontrolleri, kısıtlamaları kaldırmaya, devletin ekonomik faaliyetlerini azaltmaya ve özelleştirme uygulamalarını yaygınlaştırmaya, sendikacılığı ve örgütlü emeği zayıflatmaya, sıkı para politikaları uygulamaya yönelmişler.
Bugün neoliberalizm denildiğinde genel olarak;
* Fiyat kontrollerini ve sermaye piyasalarındaki kuralları ortadan kaldırarak, ticaretin önündeki engellerin kaldırılmasını,
* Devlete ait işletmelerin özelleştirilmesi yoluyla, devletin ekonomideki rolünün azaltılmasını,
* Bütçe açıklarını azaltmak ve makroekonomik istikrara katkıda bulunmak için para arzının sıkı kontrolünü ve devlet sübvansiyonlarının azaltılmasını esas alan ekonomik reform politikaları anlaşılıyor
Neo-liberalizmi siyasal iktisat perspektifinden eleştirel olarak ele alan pek çok düşünür, Marksist İngiliz düşünür David Harvey’in fikirlerinden hareket ediyor.
Harvey, Mont Pelerin Cemiyeti’nin üyeleri Friedrich Von Hayek, Milton Friedman gibi fikir babaları tarafından oluşturulan, Şikago Üniversitesi iktisat bölümü hocalarınca geliştirilen, medya, entelektüeller, sivil toplum ve sermaye örgütleri de dahil olmak üzere bir çok toplumsal aktör tarafından küresel dolaşıma sokulan (ve kabul gören) bir doktrin/teori olarak neoliberalizm ile dünyanın dört bir köşesinde iktidarlar tarafından hayata geçirilen bir pratik, bir siyasi proje olarak “neoliberalleşme” arasında bir ayrım yapıyor.
Harvey’e göre bireyin hür teşebbüs hürriyetini, piyasaları ve özel mülkiyeti devletin sınırlandırmaları ve müdahaleleri karşısında koruma gayretini temel hareket noktası olarak benimseyen düşünürlerin “teorik” yaklaşımları, pratiğe döküldüğünde -istenenin tam aksine- hürriyetleri sınırlandırıcı, bireyleri köleleştirici neticeler üretti. Neoliberalleşme, sınıf iktidarının ve ekonomik elitlerin gücünün tahkimini ya da Rusya, Çin gibi örneklerde bu elitlerin yaratılmasını hedefleyen ve gerçekleştiren bir siyasi projeye dönüştü.
Neoliberalleşme, neoliberalizmin vaatlerini gerçekleştiremedi.
Daha müreffeh bir hayat için, belli bir süre kemer sıkmaya, özelleştirmelere, özel sektöre neredeyse kontrolsüz bir özgürlük alanı açmaya razı olan kitleler aldatıldılar. Bu da daha otoriter, daha yasakçı, daha müdahaleci bir devlet yönetimi vaat eden politikacılara meyletmelerine yol açtı.
Neoliberalizm, bizde de seksenli yıllarda yaygın şekilde dillendirilmeye başladı. Devletin, toplumun sırtında kambura dönen verimsiz KİT’ler üzerinden imalat ve ticarete burnunu sokmasının, tüccar ve girişimcilerle haksız şartlarda rekabet etmesinin yanlış olduğuna toplumun mühim bir kısmı ikna oldu. Özelleştirmeler hızla gerçekleşti.
Bugün yaşadığımız krizi yorumlayan pek çok kişi, sanki Batı ile aynı yolu yürümüşmüşüz gibi bütün kötülüklerin anasının, uygulanan neoliberal politikalar olduğu konusunda emin görünüyor.
Fakat bu yorumcular bizde devletin piyasadaki belirleyiciliğinin hiç azalmadığını göz ardı ediyorlar.
Devlet bizde hiç tarafsız hakem pozisyonuna gelmedi, adaleti tesis ederek, rekabet şartları gözeterek özel sektörün önünü açmadı.
Özelleştirmeler oldu ama devlet küçülmedi. Yeni devlet şirketleri kuruldu, mevcut olanlar güçlendirildi.
Siyasiler seçim rüşveti olarak mümkün olduğunca çok kimseyi devlet memuru yapmaktan vazgeçmediler.
Siyasi, iktisadi problemlerimizin kaynağını neoliberalizmden ziyade “crony capitalizm” kavramında aramak bana daha makul görünüyor.