"Özcülük” ya da temel esascılık (essentializm), belli bir türe dahil her varlığın o türe ait niteliklere ya da özelliklere sahip olduğu fikri üzerine kurulu bir felsefi akım.
Daha anlaşılır bir dille ifade etmeye çalışırsak “özcülük” her şeyin bir “özü”, bir “esası” olduğuna ve her şeyin o özündeki tüm nitelikleri taşıdığına yönelik bir inanç…
Erken Batı düşüncesinde Eflatun’un idealizm anlayışı “özcüdür”. Ona göre her şeyin bir “esası” bir “ide”si vardır. Dünyadaki her şey, o esasın bazı yönlerden farklılaşmış bir nüshasıdır.
Mesela “kelebek” dendiğinde zihnimizde bir “kelebek” fikri (idea’sı) uyanır. Bu, kelebeğin esası yahut özüdür.
Bir bahçede rengarenk kanatlarıyla uçan gerçek bir kelebek gördüğümüzde o kelebeği, zihnimizdeki esas “kelebeğin” (kelebek fikrinin) tecessüm etmiş bir nüshası olarak ele alırız.
Bugün bilgisayarları programlamada kullandığımız nesne yönelimli (object oriented) yazılım dilleri bu anlayış üzerine kurulmuştur.
Nasıl soyut “kelebek fikrini” uçuramazsak, bunun için narin kanatları olan “gerçek” bir kelebek bulma mecburiyetimiz varsa, programcılıkta da soyut (abstract) olarak tanımlanan nesnelerle doğrudan işlem yapamayız. Bilgisayarın hafızasında o soyut nesneleri bir nevi şablon olarak kullanarak yeni bir nüsha (instance) oluşturmamız gerekir.
Bu sistematik düşünme metodu yazılım geliştirmede çok işe yarar.
Fakat insanı ve toplumu kavramaya çalışan sosyal bilimlerde “özcülük”, demode ve artık terk edilmiş bir yaklaşımdır.
İnsanlık tarihi, bu düşüncenin nasıl felaketlere yol açtığını gösteren misallerle doludur.
Irk, cinsiyet, doğulan coğrafya, dini inanç, soyundan gelinen aile gibi unsurları insanların kimliklerini tanımlayan bir “öz” olarak kabul eden ideolojiler toplumlara kan, ölüm, gözyaşı ve yıkım getirmiştir.
Bir zencinin -sırf zenci olduğu için- potansiyel bir suçlu olduğunu, bir kadının -sırf kadın olduğu için- asla iyi otomobil kullanamayacağını, bir Arap’ın -sırf Arap olduğu için- miskin ve güvenilmez olduğunu, bir Türk’ün -sırf Türk olduğu için- savaşçı ruhlu olduğunu varsaymak anlamsızdır.
Bir suç işleyen kişinin çocuklarını, hatta torunlarını “özlerindeki (genlerindeki) kötülük gereği” aynı suçu işlemeye mütemayil saymak, onlara potansiyel suçlu muamelesi yapmak büyük haksızlıktır.
Bu saçmalıklara inanmak ciddi bir düşünme zaafını, akıl yetersizliğini, indirgemeciliği gösterir.
Yirminci asrın ortalarına doğru revaç bulan ırkçı görüşler, “özcü” anlayış üzerine inşa edilmişti.
Almanlar “saf” -ve elbette diğerlerinden üstün- Alman ırkının “özünü” bozmaya çalışmakla suçladıkları milyonlarca Yahudi’yi çoluk çocuk demeden öldürmüşlerdi.
İtalyanlar, Japonlar “özlerini” koruma bahanesiyle korkunç kitlesel cinayetler işlemişlerdi.
1930’lu yıllarda Avrupa’da, özellikle Almanya ve İtalya’da yükselen ırkçılık bizim devletimiz tarafından da itibar görmüş, otuzlu yılların “özcü” rüzgârlarından biz de etkilenmiştik.
Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu ispatlamak için Atatürk’ün emriyle on binlerce insanın kafatası ölçülmüştü.
Türklerin bir “özü” vardı. Damarlarında “asil” bir kan dolaşıyordu. O kanı asil yapan “öz” tespit edilirse, aramıza karıştıkları halde o “özü” taşımayan “kanı bozuk” insanları bilmek mümkün olacaktı.
Maalesef bu son derece ilkel anlayışın ülkemizde bugün bile hatırı sayılır seviyede müşterisi bulunuyor.
Halbuki dünyanın en müreffeh, en güçlü ülkeleri, “özüne”, “kanına”, “kafatasına” değil aklına, zekasına, yapıp ettiklerine, kabiliyetlerine göre içlerine dahil ettikleri kişilerin omuzlarında yükseliyor.
Mesela -ırkçılık belası denilince akla ilk gelen ülkelerden- Almanya’da “Türk asıllı” doktorlar Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin çalışmaları, Alman ekonomisinin büyümesine hatırı sayılır oranda katkı sağlıyor.
Amerika’nın milyar dolarlık firmalarının yarısından fazlası göçmenlerce kurulmuş durumda.
“Öz” diye tanımlayacağımız bir şey varsa bile o özü yanlış yerlerde arıyoruz.
Gidip “öz” diye şekle, kabuğa, zarfa, posaya yapışıyoruz.
Sezen Aksu’nun “duasında” dediği gibi: “Öz değil dostlar, öz değil bu biçim.”