Cumhuriyet kurulurken “medeniyet” yani şehirlilik Avrupalılara benzemekle eş tutuldu ülkemizde.
“Şehir” bir tarafıyla herkese eşit uygulanan kanunlar, kurallar, sözleşmeler demekti ama kendi “medeni” kanunumuzu geliştirmek yerine tercüme ettirdiğimiz İsviçre medeni kanununu yürürlüğe koyunca kendi “yerli ve milli” toplumsal sözleşmenizi yapmış olmuyorduk.
“Şehir” diğer bir tarafıyla sanayileşme demekti, iş bölümü usullerinin değişmesi demekti, uzmanlaşma demekti, kırsal hayatın yerine şehir hayatının ikamesi demekti. Ama kitleleri şehirlere çekebilecek büyüklükte bir sanayileşme söz konusu değildi. Zaten idareci elit de köylüleri şehirlerde istemiyordu. Onları köylerinde tutarak şehirlileştirmek gibi akla ziyan bir projeleri bile oldu: Köy Enstitüleri!
Halbuki modern şehrimiz, şehirde ailemiz, ilişkilerimiz, dini hayatımız, eğlenme usullerimiz, müziğimiz, eğitimimiz nasıl olacak diye kafa patlatacak, fikir üretecek, tartışacak, denemeler yapacak “yerli ve milli” düşünürlerimiz olmalıydı. Ve onları teşvik edip tavsiyelerine kulak verecek, feraset sahibi idarecilerimiz…
Burada bir toplum mühendisliği çalışması önermediğimin altını çizmek istiyorum. Özgür bir tartışma ortamında, milli karakterli bir şehirleşmeye dair alternatif önerilerinin ifade edilebildiği ve dikkate alındığı, dayatmaların olmadığı bir vasatta, tamamen entelektüel bir gayretin hayalini kuruyorum. Anakronizme düşmek de istemem. Muhtemelen 20. Asrın başlarından ortalarına kadar tecrübe edilen zamanın faşist ruhu bu tür girişimlere hayat hakkı tanımazdı.
Bugün artık her şey çok farklı…
Ama hâlâ “bize mahsus” bir şehir hayatını kurmaya dair, kültürel/entelektüel bir arka plana istinad eden, ciddi bir çaba yok.
Şehir hayatında, yerli ve milli kimliğin ifadesine duyulan ihtiyacı, halı desenli binalarda, arka camına padişah tuğrası ya da Atatürk’ün imzası yapıştırılmış araçlarda görüyoruz.
Halkın milli alternatifi arayışı çoğu zaman şehre taşınan köylülük şeklinde tezahür ediyor.
Kırsal hayatı şehre taşımak ve olabildiğince canlı tutmak için sayısız köy ve kasaba derneğimiz var. Bu derneklerin müdavimleri genelde belli bir yaşın üzerinde olanlar. Onların çocukları daha çok AVM’lerde, kahveci zincirlerinde, nargile kafelerde, bowling salonlarında ya da paintball etkinliklerinde sosyalleşiyorlar.
Neticede ortaya garip bir karışım, bir ucube çıkıyor.
Artık -tıpkı Amerikan romantik komedilerinde olduğu gibi- kafelerde sevgilisinin önünde diz çöküp elindeki yüzükle evlilik teklif eden gençlerimiz var. Ama bu ritüelin tek başına bir anlamı yok! Eninde sonunda aileyle kız istemeye gidiliyor.
Düğünlerimiz salsa, kalipso müzikleri ile başlasalar bile hüdayda oynanmadan, kasap havası çalınmadan, halay çekilmeden tamamlanmıyor.
Tabiat boşluk kabul etmiyor. Kendi şehir hayatımızın pratiklerini kurgulamaya yönelik öneriler olmayınca boşluğu Netflix dizilerinden, Amerikan filmlerinden, youtube videolarından öğrenilen “yabancı” pratikler dolduruyor. İster İslamcı ister Kemalist ister milliyetçi olsun, insanların hayat tarzlarına, evlerine, eğlence anlayışlarına baktığınızda -hepsinin benimsediği güçlü yerlilik ve millilik söylemine rağmen- Batı kültüründen devşirilmiş pratikleri görüyorsunuz.
Eğer küresel kapitalizme teslim bayrağını çekip, “birbirinden farkı olmayan dünya vatandaşları” güruhuna katılmayı reddedeceksek hem organik hem milli bir şehirlileşme pratiği üretmek zorundayız. Bu pratik kaçınılmaz olarak küresel olanla yerel olanın bir halitası olacak. Yaşadığımız iletişim çağında küresel kültürün hegemonyasından tamamen azat olmak mümkün değil.
Yerli ve milli olmakla beraber kırsal kültürümüze, kadim geleneklerimize aykırı, garip yeni uygulamaların icat edildiğini göreceğiz. Bu gelişmeler elbette çok kesimde huzursuzluk yaratacak ve tepkilerle karşılanacak olsa da su akıp yatağını bulacaktır.
Özetle nasıl oynayacağımızdan, nasıl dinleneceğimize, nasıl eğleneceğimizden nasıl evleneceğimize, nasıl sevineceğimizden nasıl üzüleceğimize varıncaya kadar yeni, şehirli, yerli ve milli davranış kalıpları üretmemiz gerekiyor. Şehirlerimizi, mahallelerimizi, evlerimizi, eğitim ve çalışma hayatımızı, bize dayatılan değil ama bir toplumsal mutabakat neticesi ulaşacağımız yerli ve milli prensipler çerçevesinde yeniden kurgulamamız gerekiyor.