1776 yılında Amerika’nın üçüncü başkanı Thomas Jefferson tarafından ilk taslağı kaleme alınan Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi’nin ikinci paragrafı şöyle başlıyor:
“Şu gerçekleri çok açık buluyoruz: Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır; Yaradan’ları tarafından bağışlanmış, belli bazı vazgeçilemez haklara sahiptirler; hayat, hürriyet ve mutluluğu kovalama hakları da bunların arasındadır.”
Burada geçen “mutluluğu kovalama” (pursuit of happiness) hakkı ifadesi oldukça ilgi çekici. Bu ibare Will Smith’in oynadığı harika bir Hollywood filmine de isim ve ilham vermiş.
Hayatta hepimiz mutluluğu kovalıyoruz aslında.
Mutluluk, mahiyetini bilemeden, ele avuca sığmaz bir hayal gibi peşinden koştuğumuz ama tam yakaladığımızı zannettiğimiz anda yeniden kaybettiğimiz gizemli bir hâl!
Belki de bu yüzden “mutluluğu kovalamak” ifadesi çok uygun düşüyor.
Bizi mutlu edecek olanın, peşinde koşmamız gerekenin ne olduğu konusunda sürekli yanılıyoruz.
Çoğumuz mutluluğu yakalamanın yolunun bizi mutsuz eden kısıtları ortadan kaldırmaktan geçtiğini düşünüyoruz.
Mesela paramız yetmediği için ev alamayıp kirada oturmak zorundaysak, yahut arabamız olmadığı için her yere toplu taşıma vasıtalarıyla gitmeye mecbursak, kendi evimize yerleştiğimiz, arabamızın direksiyonuna kurulduğumuz gün mutluluğu yakalayacağımızı varsayıyoruz.
Ancak büyük bir hırsla arzuladığımız şeylere kavuştuğumuzda mutluluğumuz ancak birkaç gün sürüyor.
Yahut çok sevdiğimiz halde “alamadığımız” sevdiğimizle aramızdaki engelleri bir bir kaldırıp kavuşmanın bizi sonsuza kadar mutlu edeceğinden zerrece şüphe duymuyoruz. Ama birlikteliklerin önemli bir kısmı, kısa zamanda yıpranıyor, çekilmez hale geliyor, mutluluğun değil derin bir mutsuzluğun sebebi olmaya başlayabiliyor.
Okuldan mezun olabilmek, iyi maaşlı bir iş bulabilmek, terfi alabilmek, bir memuriyete kapağı atabilmek gibi mutluluğun anahtarı zannedilen daha birçok şeyin neredeyse elde edildiği anda anlamsızlaştığını bizzat yaşayarak tecrübe ediyoruz.
Mutluluğun “kimyasını” çözmeye çalışan bilim insanları, mutluluk hissimizle ilgili oldukları kesin olan dopamin, serotonin, oksitosin ve endorfin hormonlarını tespit etmiş durumdalar.
Bize, “eğer vücudunuzda bu nöro-kimyasallar salgılansın ve damarlarınızda dolaşıp sizi mutlu hissettirsin istiyorsanız, güneşli, pırıl pırıl bir günün sabahında yürüyüşe çıkın, güzel bir akşam yemeğine gidin, arkadaşlarınızla şakalaşın, bir sevdiğinizle yemek pişirin, müzik dinleyin, sevimli bir evcil hayvan edinin, güzel bir uyku çekin” gibi tavsiyelerde bulunuyorlar.
İşin doğrusu mutlu olduğumuzda kendiliğinden salgılanan bu hormonları sun’i olarak tetiklemenin, yan etkilerden arındırılmış, sağlıklı bir yolunu bulmuş değiliz.
Ama ya vücudumuzu kimyasallarla kandırmanın tehlikesiz bir yolu olsaydı? Bu şekilde “mutlu olmak” ister miydik?
Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Bir Dünya” isimli distopik romanında insanlar, “soma” ismini verdikleri mutluluk ilacını keşfetmişlerdir. Ama aslında bu “ilaç” halüsinojen bir uyuşturucudan başka bir şey değildir. Vücudun biyokimyasını manipüle etmeye dayanan, bu türden sahte bir “mutluluğun”, gerçeklikten kaçıştan öte bir mânâ ifade etmediğini görürüz.
Zaten mutluluğun, haz veren bedensel hisler yaşamakla aynı şey olduğu varsayımı yanlış değil midir?
Mesela bir annenin, kendisine uykusuz gecelerden, endişelerden, acılardan, sorumluluklardan başka bir şey vermeyen bebeğini kucağına aldığında hissettiği mutluluğun zevkle ne alâkası vardır?
Mutluluğun sırrı, maddi eksikliklerin giderilmesinden veya zevklerin tatmininde değil, insanın hayatını, yapıp ettiklerini “anlamlı” ve “kıymetli” görmesinde yatıyor.
Daha zengin, daha güçlü, daha ünlü olmanın mutluluğun şartı olduğu fikri, kocaman bir yanılgı.
Eğer anlamlı ve yaşamaya değer bir hayat sürdüğümüze inanıyorsak, derin acılar çeksek, büyük zorluklar, mahrumiyetler yaşasak bile mutluluğumuzu ve hayattan tatmin olma hissimizi muhafaza edebiliyoruz.
Mutluluğu yakalamak için “anlamlı bir hayatın” peşinde koşmak gerekiyor.