Yeni olan her şeyden, kalıcı ve anormal bir korkuyla korkmaya, yeni şeyler deneme veya rutinden kopma isteksizliğine, “neofobi” yani “yenilik korkusu” ismi veriliyor.
“Yenilik korkusunu”, bireylerin veya organizasyonların yeni fikirleri, teknolojileri, süreçleri veya değişiklikleri kabul etme veya benimseme süreçlerinde yaşadıkları duygusal ve bilişsel reaksiyon olarak tanımlayabiliriz.
Organizasyonel psikoloji, yönetim, pazarlama ve inovasyon alanlarında başvurulan bir kavram bu.
Neofobi aynı zamanda, pediatrik psikolojide çocukların hiç tatmadıkları yeni yiyecekleri reddetme eğilimine işaret etmek için kullanılıyor.
Bireylerin ya da organizasyonların alışık oldukları rutinleri, iş süreçlerini veya düşünce yapılarını değiştirmekten kaçınma eğilimi, genellikle şu nedenlerle ortaya çıkıyor:
- Belirsizlik Korkusu: Yenilikleri genellikle belirsizlikle ilişkilendiren insanlar, yeni bir şeyi denediklerinde sonuçların ne olacağını kestiremedikleri için endişeye kapılıyorlar.
- Alışkanlıkları Değiştirmenin Maliyeti: İnsanlar alışkanlıklarını değiştirmek istemiyor çünkü alışkanlıklar rahatlık sağlıyor. Yeni bir şeyi öğrenmek veya alışkanlıkları değiştirmek bir zahmet gerektiriyor.
- Başarısızlık Korkusu: Yeniliklerin başarısızlıkla sonuçlanma ihtimali ve başarısızlığın getirebileceği psikolojik yük, insanları yeni şeyler denemekten alıkoyuyor.
- Yatırımın Boşa Gitmesi Korkusu: Yeni bir şeyi benimsemek, mevcut alışkanlıkları kazanırken yapılan yatırımların (zaman, dikkat, para gibi kaynakların) boşa gitmesi gibi algılanabiliyor.
Dindar Müslüman toplumlar özelinde yukarıdaki nedenlere eklenecek bir madde daha var: “Mutlak ve Ebedi Hakikatin Sahibi Olma İddiası”
Müslümanların pek çoğu, tüm varoluşla ilgili, hiçbir zaman ve mekanda değişmesi mevzuubahis olmayan hakikatin bilgisine sahip olduğunu düşünüyor.
Ciddi bir araştırma ve sorgulama zahmetine giren az sayıda insanın haricindekiler, “ilahi kaynaklı mutlak hakikat bilgisinin” bin dört yüz yıl boyunca hiç bozulmadan, içine hiçbir “dünyevi” unsur karıştırılmadan, Allah’ın elçisinin ağzından çıktığı şekilde günümüze ulaştırıldığına inanıyor.
Müslümanların ekserisi tarih boyunca yaşanmış büyük siyasi çekişmelerin, mezhep savaşlarının, birbirini tekfir eden Müslüman gruplarının, birbiriyle çatışan çok farklı İslam yorumlarının varlığından habersiz, mutlak doğruların eksiksiz olarak ellerinde olduğu vehmiyle yaşıyor.
Hiçbir şart ve şekilde değişmesi söz konusu olmayan, kesin, sorgulanamaz ve başka şekilde yorumlanamaz bilgilere sahip olduklarını düşünenlerin, o bilgilerle ilgili herhangi bir değişime müspet bakması mümkün değil.
O yüzden de inanç esaslarına, hayata, tarihe, topluma dair her yeni yorumlama çabası, her değişik okuma teklifi, her alternatif fikir, öfke ve dirençle karşılanıyor.
Müslümanların çoğu, -kendisi hakim olmasa da- itibar ettiği âlimlerin, mutlak doğruları kesin olarak bildiği "zannıyla" kendisini avutuyor.
Pek çok Müslüman, Nasreddin Hoca gibi saz çalarken başkalarının aradığı perdeyi bulmuş olduğuna, o yüzden parmağını bastığı yerden oynatmasına gerek olmadığına inanıyor. Farklı perdelere basmayı, farklı sesler çıkarmayı bir "sapma", "doğrudan ayrılma" gibi algılıyor. Böyle olunca da aynı "monoton" sesi tekrar tekrar üretiyor...
Fakat bir problem var!
O sazdan çıkan ses artık Müslümanların kendi kulaklarına bile hoş gelmiyor!
Bugün, Müslümanlara göre “batıl” inanç sahiplerinin yaşadığı gelişmiş ülkeler, genel olarak Müslümanlarınkinden çok daha güçlü, âdil ve müreffeh!
Bangladeş, Endonezya, Sudan, Mısır, Afganistan, Pakistan, Nijer, Yemen gibi Müslüman ülkeler fakirlikten, açlıktan kırılıyor.
Türkiye, İran, Irak, Suriye, Tunus, Fas, Cezayir gibi ülkelerin gençleri bir yolunu bulup “kafirlerin” ülkelerine kapağı atmanın yolunu arıyorlar.
Tabiatıyla Müslümanların kendilerini “küffardan” üstün kılması gereken “mutlak hakikat bilgisinin” neden işe yaramadığına dair tatmin edici bir izah getirmesi ve bu vaziyetin değişmesi için bir çözüm önermesi gerekiyor.
Haftaya bu kaldığımız yerden devam edelim.